1970'ler 1980'ler

Kurumsal İşler – Daktilograf Hayatı

Gönülsüzce yaptığım iş görüşmem beklentimin aksine kabulle sonuçlanmış ve hiç istemediğim halde kendimi birdenbire devlet memuru olarak buluvermiştim, son yazımı okuyanlar hatırlar. Bana kalsa daveti geri çevirir, aylaklığa devam ederdim ama ailenin diğer fertleri bu durumdan çok memnun ve istekliydiler, o yüzden reddetme gibi bir şansım ne yazık ki yoktu. Belirttikleri günde pantolonlar haricindeki tek eteğimi ve annemin devlet memuruna yakışır görünümdeki çantalarından birini alarak uslu uslu dairenin yolunu tutmuştum. (O zamanlar “daire” denirdi çalıştığımız kuruma.)

Beni gerçekten özel tercihle (tercih kriterleri neydi hâlâ merak ederim) işe aldıklarından, sınava girdiğim serviste istihdam edilince iyice emin oldum. Ankara taşından yapılmış kunt bir binanın ikinci katında idi iki yıl süreyle çalışacağım servis. Bölümün görevi kuruma evrak temin etmek, benim görevimse diğer iki daktilograf arkadaşım gibi önüme gelen yazıları daktilo etmekti.

Uzun ve dar bir koridor boyunca sıralanmış odalardan oluşuyordu servisimiz. Koridorun başında ve sonunda camekânla ayrılmış iki küçük bölme vardı. Baştaki daire başkanının sekreterine, sondaki ise daire başkan yardımcısına aitti. Beni ilk sıradaki büyük odaya yolladılar. Uzun zamandır orada çalışan dört kişinin olduğu odanın girişindeki boş masaya oturdum. Dört kişiden gelen “Hoş geldin.” seslenmelerine ayrı ayrı “Hoşbulduk.” dedim.

Odadaki iki erkeğe ilaveten benim gelişimle üç kadın olmuştuk. Mesai arkadaşlarımdan ilk dikkatimi çeken, pencerenin önündeki masada oturan, sarı saçlarını sımsıkı bir atkuyruğu ile arkaya toplamış, siklamen rengi rujlu, hayli endamlı, cami yıkılsa da mihrap yerinde, 60 yaşlarındaki kadın oldu. O’nu bana “Hatçanım Teyze” olarak tanıttılar. Yanındaki masada orta yaşlarının başında bir bey oturmakta idi, sonradan birkaçı TRT’de saz sanatçısı olarak çalışan aynı soyadlı bir ailenin, onlar gibi Türk Müziği’ne meraklı bir ferdi olduğunu öğrenecektim. Odadaki uzun boylu genç erkek ise çalışma hayatının yanı sıra bir yandan da müzik eğitimini sürdürüyordu. Diğer genç kadın arkadaş ise benim gibi daktilograftı. Ama onun önündeki makine benim masama konmuş traktör kadar ağır, uzun şaryolu Facit’ten çok farklı, elektrikli bir daktilo idi. Tabir yerindeyse benim makine kontrbas ise onunki narin bir kemandı. Henüz bilgisayar teknolojisi gelişmemişti, esasen ilk IBM çalışmaları da yine bizim kurumda başlamış, teknik personel kursa tâbi tutulmakta idi. Binanın bodrum katında bir matbaa vardı, çoğaltılması gereken evraklar oda arkadaşımın fiyakalı makinesinde “duplimat” denilen mumlu kâğıtlara yazılıyor ve matbaadaki özel makinelerde basılıyordu.

Odadakilerle tanışmam sona ermişti ki sekreterin odasından fındık kurdu gibi ufak tefek, esmer bir genç kadın gelip kendini tanıttı, O da servisin diğer daktilografı idi. İlk anda üç daktilo elemanı olduğunu görünce “Eyvahlar olsun.” dedim, “Sekiz saat boyunca daktilo takırdatacağız sanırım.” Öyle bir şey olmayacağını ilk haftanın sonunda anladım. Tek daktilografın rahatça altından kalkacağı iş için üç personel niyeydi acep?

İlk günün heyecanı ve acemiliğiyle diken üstünde gibi otururken içeri çay dağıtan personel girdi ve sormadan önüme bir bardak çay koydu. Çay sevmezdim o zamanlar, “Ben içmem sağolun.” dedim. “Yok öyle!” dedi, “Burada çay içmek mecburi, içeceksin.” Acemilik zor zanaat, ses edemedim, o çay masada soğudu kaldı. Bu durum bir ay boyunca da böyle devam etti. Günde üç defa o çay masama kondu, inatla içmedim, inatla konmaya devam etti. Bir ay boyunca dalgaya alındığımın farkındaydım, hem odaya girip çıkan diğer personel, hem çaycı aleni kafa buluyorlardı benimle. Ne zaman ki ortama alıştım, tavırlarına benzer karşılıklar vererek hem personelin iğneli laflarından, hem çaylardan kurtuldum.

Hatçanım Teyzemiz ve biz üç daktilografa ilaveten, yan odadaki bölüm şefi genç arkadaş, daire başkanının sekreteri ve karşı odadaki emeklilikleri yaklaşmış iki hanım dışında servisin çoğunluğu erkekti. Bu erkeklerden bir bölümü gün içinde seyyare gibi o kattan bu kata, o odadan bu odaya gezer dururlardı. Hele teknik ressam olan biri vardı ki orada çalıştığım iki yıla yakın sürede eline bir kalem alıp on santim çizgi çizdiğini görmedim. Ağzında sakız, her odada yarım saat muhabbetle günü bitirirdi, eminim ki emekliliğine de bu performansla ulaşmıştır. Kurumun en meşgul personeli baraj etütleriyle uğraşan mühendislerdi, onlar da daha çok arazide olurlardı.

Kurumdaki ikinci günümde masama konan ilk yazıyı itinayla daktilo ettim, okulda ders olarak gördüğüm için “manuskri” dediğimiz şekilli yazıyı usulüne uygun ve düzgün yazıyordum. Parafımı attım, iş daire başkanının imzasına kalmıştı. Elime yazıyı aldım, yan odaya geçip kapıyı tıklattım, “Gel.” dedi içerden tok bir ses. Daire başkanı masasında bıyıkları, beyaz saçları ve tüm haşmetiyle oturuyordu. “Efendim, imza.” dedim. Başkan bir bana, bir elimdeki kâğıda baktı, tekrar bir bana, bir kâğıda baktı ve gürledi: “Nerde bunun sunum dosyası?” Odadan nasıl çıktım bilmiyorum. Kimse bana demedi ki, imzaya elinde sallaya sallaya evrak götürülmez. Gün boyunca kıpkırmızı, masamda oturdum. Sunum dosyasını diğer arkadaş götürdü, daire başkanına bir daha görünmeye hiç niyetim yoktu doğrusu. Ertesi gün yazdığım evrağı dosyalı olarak götürdüğümde ise sıkı bir “Aferin.” aldım metnin düzgünlüğünden dolayı, arayı düzelttik başkanla.

Gelgelelim acemiliğim bitmemişti, henüz bir ayımı doldurmamıştım ki üst düzey müdürlerden biri masama bir deste kâğıt bırakıp daktilo etmemi istedi. Müdür bu, ister elbet, yalnız adamda ilk günden beri bana güven vermeyen bir hal vardı, yazıyı veriş biçimi de biraz tuhaf geldi. Daha tıfıl bir memursun, asaletin bile tasdik edilmemiş, itiraz etme şansın da yok, sonuçta daktilografsın, el mahkûm başladım yazmaya. Önce dalgınlıkla körlemesine yazıyordum, yazının içeriğine dikkat ettiğim yok, bir süre sonra “Ne oluyoruz ya?” durumuna geldim. Zira yazdığım şey hazretin yönetici olduğu apartmanın toplantı tutanağı çıktı. Yazdım tabii, götürdüm suratına bakmadan bıraktım masasına. Adam pişkin, birkaç hafta sonra yine bir deste kâğıt kondu masama. Yalnız öyle bir havası var ki, bunları bana yazdırarak adeta paye veriyor. Bu seferkiler kızının okul aile birliği toplantı tutanağı çıktı. Bir süre tutanak daktilo edip durdum bu arkadaşa, ne zamanki yöneticiliği ya da okul aile birliği başkanlığını bıraktı, tutanaklara gerek kalmadı, kurtuldum.

İşe başlayalı bir ay kadar olmuştu ki okuldan haber geldi, sınav hakkı tanınmış. Haydaa, yeni memurum iznim yok, sınava girmezsem zor bela elde ettiğimiz hakkım yanacak. Kurum hekimine çıktım, halimi arz ettim. Benden önce keyfi 10 günlük rapor almış kıdemli personel şıkırdayarak çıkmıştı, biraz da ona güvendim ama bu defa hekim gürledi bana: “Sınav için rapor verilmez, tıbbi bir gerekçe mi bu?” dedi. Ah acemilik, ne olacaktı şimdi? Babam yetişti imdada, çalıştığı sağlık kuruluşundan “Köpek ısırdı, kuduz aşısı yapılacak, gözetim altında tutulması gerekli.” şeklinde bir rapor düzenlendi. Raporu vermek için daire başkanının odasına girdim, beni seviyordu artık. Raporun içeriğini okuyunca pek üzüldü, “Geçmiş olsun ya, bakayım nereni ısırdı?” demesin mi! “Size gösteremeyeceğim bir yerimi.” dedim ve hemen sıvıştım oradan.

Odamızda beş arkadaş birbirimize alışmış geçinip giderken ve arada müzik sever elemanlarla Türk Sanat Müziği konserleri verirken camekânla bölünmüş sekreter odasında bir gün kıyamet koptu. Hayli aksi sekreter hanımın diğer daktilograf arkadaşla yıldızı bir türlü barışmamıştı. Ufaktan başlayan tartışmalar, sürtüşmeler sonunda bağırış çağırış bir kavgaya dönüştü. İş daire başkanına yansıdı ve biz üç daktilografın ayrı bir odaya nakledilmesine karar verildi. Geçeceğimiz odadaki erkek arkadaşlar nezaket gösterip yerlerini bize bırakarak yan odaya taşındılar, biz üç daktilo kızı, yan odadaki şef arkadaşımızla kendimizi dairenin geri kalanından soyutladık. Kahırdan, lütfa uğramıştık adeta. Sık sık teras katındaki kütüphaneye kaçıyor, kütüphane memuru ablayla muhabbeti koyultuyorduk. Saatlik izinlerle çarşı pazar dolaşıyor, yiyecek bir şeyler almak için çoğu zaman izinsiz sıvışıyorduk.

Koridor sonundaki camekânlı odada görev yapan daire başkan yardımcısı, ufak-tefek, çok sakin, çok kalender, uzun yıllar yurt dışında yaşamış bir adamdı. Odası o kadar küçüktü ki masası ve koltuğu dışında tek bir sandalye ancak sığıyordu. Öğlen yemeğinden sonra çaycı masasına bir fincan kahve ile bir bardak çay bırakırdı. Başkan yardımcısı çayın yarısı ile kahvenin yarısını kendi bardağında birbirine karıştırır öyle içerdi. Kalan yarım çay ve kahveyi de bize ikram ederdi. O zamandan bu zamana karışımın tadını hep merak ettim ama denemeye cesaretim olmadı.

Başkan yardımcısının en büyük zevki bulmaca çözmekti. Servisteki birkaç arkadaşla gün boyu bulmaca çözer, kütüphaneden ansiklopediler getirtir, yeterli gelmezse oda oda dolaşarak bulamadığı kelimeleri sorardı. Bir gün elinde gazetenin bulmaca ekiyle bizim odaya da uğradı ve “Saç örgüsü?” dedi. Bulmaca zevki sadece ona ait değildi, ben de sıkı bir bulmaca meraklısıydım. “Belik.” dedim ve 12’den vurdum. Artık kim tutar beni. Başkan yardımcısının gözde personelliğine terfi ettim. Milliyet bulmaca yarışmasına katılmam için ısrar üstüne ısrar, adımı yazıp göndermeler falan, durumdan nasıl kaytarsam bilemiyorum. Sonunda unuttuğumu öne sürüp kaçtım yarışmadan. Ama iyi ilişkiler devam etti, sekiz saatlik aylık izin çoğu zaman 18 saate ulaşabiliyordu indimde, çünkü bulmacaseverler birbirlerini destekler.

Sadece bana karşı değil genel anlamda anlayışlı bir insandı söz konusu daire başkan yardımcısı, aklıma her geldiğinde gülmemi zapt edemediğim bir de anımız var. Odadaki daktilograf arkadaşlardan biri çok bunaldığı için cuma gecesi yola çıkıp pazartesi sabahı doğrudan işe gelmek üzere tatile gitmişti bir yazlık beldeye. Haliyle iki günlük koşturmaca tatilden ziyade yorgunluk olunca pazartesi sabah şiş gözler, dağınık saçlar, uykulu ve yorgun bir yüzle girdi odadan içeri. Sürekli esniyordu, bir ara dayanamadı, odadaki boş sandalyeyi kendininkiyle birleştirip çok rahatsız bir biçimde de olsa biraz uyumak üzere yattı. Masası oda kapısının çapraz köşesindeydi, kendini zulada hissediyordu ki oldukça komik bir pozisyona geçmişti. Hafiften horlayarak uyurken oda kapısı tıklatıldı, daha biz “Ne oluyor?” demeye kalmadan “gırrç…” diye açıldı ve kapı aralığında daire başkan yardımcısı göründü. Diğer arkadaşla gözlerimiz tabak gibi açılmış, elimiz ve yüreğimiz ağzımızda “Ne olacak şimdi?” endişesiyle beklerken uyuyan arkadaş “Hıııh!” diye nazlı bir edayla uyandı, saçlarını savurarak doğrulurken kapıdakini gördü, O “Ay ay ay!” diye toparlanırken daire başkan yardımcısı ise “Aman Aman!” diyerek kaçtı odadan. İlk andaki paniğimiz geçer geçmez gülmeye başladık ve saatlerce güldük belki, şu an yazarken bile gülüyorum. Başkan yardımcımız o kadar zarif bir insandı ki bir daha ne sözünü etti, ne de arkadaşa karşı ters bir muamelede bulundu.

Serviste her odada bir masada, kıdeme göre bazen her masada birer telefon bulunurdu. Tabii o zamanlar cep telefonunun bırak kendisini, adı dahi yok. Tuşlu bile değildi telefonlar, siyah, kocaman almaçlı, deliklere parmak sokularak vızzt vızzt çevrilen cinsten. Hani almacı kulağına koyup numarayı çevirdiğinde aradığın kişiye ulaşsan amenna, illa santraldan hat istenecek. Devleti telefon parasıyla zarara uğratmayalım diye biz küçük memurlara her istediğinde telefon etmek “yassah!”tı hemşerim. Şöyle bir hile keşfetmiştik, dışardan bizi arayan olursa telefonu ilk onun kapatmasını isterdik, o kapatınca hat düşerdi zira ve hemen kimi arayacaksak numaraları çevirirdik. Yok bunu yapamadıysak santralı arardık çaresiz. Santralda iki görevli vardı, biri sık sık bizim odaya gelip sohbetlerimize katılan tombik bir genç kız, diğeri de yaşı hayli ilerlemiş, ufak-tefek bir adam. Santral numarasını çevirdiğimizde şansımıza arkadaşımız olan kız açarsa hattı kapardık ama diğer beyefendiye rast gelirsek biraz naz niyaz eder, çoğu zaman reddeder, bazen de iyi tarafına denk gelip düşürürdü hattı. Böyle de çileydi bir telefon etmek bile.

Gönülsüz başladığım görevime kısa sürede alışmış, oda arkadaşlarımla iyi anlaşmış, ağır daktilomu takırdatıp duruyordum ki değişen iktidar ve verilen haklarla okul bir şekilde bitti. Nişanlandım akabinde, birkaç ay sonra da evlenip öğretmenliğe geçiş yapacak, başka bir kente taşınacaktık. Çok uğraşmama rağmen kurumlar arası geçişim uzadı, tayinim bir türlü çıkmadı. Bir süre yıllık izin, rapor, ücretsiz izin kullanarak idare ettim ve sonuçta tayinim çıktı, öğretmenliğe başladım. Veda etmek üzere Ankara’ya gittim, ummadığım kadar hüzünle ayrıldım o zorla işe başladığım kurumdan. Benim için güzel bir anı olarak hala kalbimdedir tüm personeliyle…


Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansıile lisanslanmıştır.

Kurumsal İşler – Daktilograf Hayatı&rdquo için 1 yorum

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: