“Aman Ayşeee, Karabağlar diye diye diye biz zaten karalar bağlamışız burada.” demişti karşı komşumuzun gelini Muradiye Abla. Yazdı galiba, yine böyle kapının önüne minder atıp günü akşam edene kadar sokakta oturduğumuz bir ikindiüstü. İşi olan, yemek hazırlayacak olan evine çekilir minderi bir başkası devralırdı, yoksa soğuk çeker. Havanın iyi günleri ve yazları minderlerin hiç kaldırılmadığı kapı önleri, henüz tel ile çevrilmemiş yeşil boş arsalar mahalledeki kadınların nefeslikleriydi. Örgüsünü ya da yetiştirmeye çalıştığı parça başı nakış boncuk işlerini kapan soluğu kapı önünde alırdı. Aynı şekilde akşama pişireceği bamyayı ayıklamayı ya da yaz boyu kurutacağı biberi ve bilimum sebzeyi temizleyip ipe dizmeyi kapı önü sohbetlerine saklardı herkes. Anmadığım bir gün dahi olmayan, sürekli dilimdeki, yaklaşık yedi yıl işlettiğimiz tuhafiye dükkânımız; bir işletmeden çok, kadınlara mahsus bir kahvehane gibiydi. Yedi yıl boyunca mahalledeki kadınlara ayrı bir nefeslik oldu. Evimizin bodrumundan çevirme bu yerin, mahalledeki kadınlar için nasıl bir vaha olduğunun idrakine seneler sonra varabildim. Türkiye’de yaşadığımız yerleşim biriminin büyüklüğünden bağımsız olarak sokaklar, yollar, yağmurda ıslanmamak için sığındığımız tenteler saçaklar bile erkeklere tahsis edilmiş gibi. Doğduğum köyde mesela kız çocukları 14 -15 yaşına basınca artık bakkala dahi gidemezlerdi. Çünkü bakkal önü farklı yaş gruplarına mensup oğlanlara ait idi. Benden belki sadece dört beş yaş büyük genç kızların bakkal kırıntısı ısmarıçlarını almaya ben giderdim henüz 8-9 yaşında olduğum için. Onların yaşında bir genç kızın sallana sallana bakkala gitmesinin uygunsuzluğunun sözü dahi edilmezdi. Seneler sonra İzmir’e taşındığımızda okuldan eve dönerken akşam saat dokuzda otobüsteki tek kadın olduğum zamanlar, köyün de kasabanın da şehrin de kadınları ne kadar kısıtladığına yeniden tanık olurdum.
Kadınlar kahvesi gibi olan tuhafiyemiz okul, arkadaş, oyun ve eğlenceden oluşan bireysel gündemimin en üst sırasında yer alıyordu. Öyle ki 2006 yılında tekstil ürünlerinde KDV oranının %18’den %8’e inmesinin önemine vakıf olduğumda 14 yaşındaydım. Hani bazen insanlar şey diyor, “O yaşta ekonomi para mı konuşur çocuk?” Vallahi yetişkinler dünyasında ne konuşuluyorsa, çocuklar da pekâlâ benzer konuları dert edinebilir. Hatta dükkân sokak arasında olduğu ve sürekli veresiye yazdığımız için açık vermemiz benim rüyalarıma girecek kadar zihnimi meşgul ediyordu. Bunun üzerine annem beni okulun rehberlik servisine götürmüştü. Kaldı ki, daha önce aklıma takılan hususları danışmak için rehberliğe gitmiş çok da memnun kalmamıştım. Annemi kırmamak için yine de gittim. Karşımızda iki rehber öğretmen. Bacak bacak üzerine üzerine her attıklarında pantolonları yukarı sıvanıyor, odada da yoğun bir traş balsamı kokusu var. Annem hemen yangılı dertli sazı eline alıp bu kız liselere giriş sınavına hazırlanmayı unutup açtığımız dükkânın derdiyle dertleniyor, uykularına giriyor, ne yapacağımızı şaştık diye lakırdıya çanak tutacak o lafını söyledi. Soyadlarına kadar hatırladığım iki rehber öğretmenden yüzü daha tombul olanı bana dönüp “Geçen sene Katrina Kasırgası oldu, bunu da dert edinecek misin?” Ben de sessiz ve derinden evet onu da gaile edeceğim diye cevap vermiştim. 17 yıl önce elime Greta Tintin Eleonora Ernman Thunberg olma fırsatı geçmiş, ama ben değerlendirememiştim. Ergenliğim, tuhafiyemizi bir çalışan gibi sahiplenerek onun diğer insanlar nazarında nasıl göründüğünü düşünmekle geçiyordu. Annemle ya da babamla toptancılara her gittiğimde satış danışmanlarının tutumunu, dükkân içlerinin nizamını en ince detayına kadar gözlemleyip tuhafiyemize gelip uygulamaya kalkışırdım, benim değiştiremediğim yapısal engeller karşısında ise deli oluyordum. Mesela bizim tuhafiyede Kemeraltı’nda mağazalardan sokağa taşan dımtıs dımtıs müzikler yoktu. O açığı radyo ile kapatıyordum. Hatta seneler sonra, tuhafiyedeyken dinlediğim şarkılardan oluşan bir çalma listesi bile hazırladım. Sonra, yine gezdiğimiz mağazalarda zeminler cıncık gibi parlıyordu. Ne varki bizim dükkân, açıldıktan sonra ilk beş ay kara beton idi. Bu durum beni içten içe üzüyordu, çünkü yeterince dükkân havası vermiyordu. Bereket ilk yaza doğru havalar ısınınca babamlar açık mavi kendinden su dalgası desenli fayans döşettiler de yüreğim hafifledi.
Müzik ve zemin işini hallettikten sonra başka bir sorunumuz daha vardı: Dükkândan çıkmayan komşularımız. Okuldan gelirim, bir gün devasa bir sini etrafında onlarca kadın mantı büküyorlar sıra sıra kıyafet dizili ayaklı konfeksiyon askılarının dibinde. Ya da bir başka gün annem yukarı eve bazlama pişirmeye çıkmış; müşteri olmayan yine onlarca kadın bu sefer ellerinde gezdirdikleri iş neyse onu getirmişler, sohbet koyu. Kimisi beş şişle çorap örüyor, kimisi bakla içi ayıklıyor, kimisi parça başı yaptığı duvakların uçlarına boncuk işliyor. İşletme sahibi yok ortada! O zamanlar tuhafiyenin bu kalabalığı beni o kadar rahatsız ediyordu ki o parlak sininin güç bela inşa ettiğim tuhafiyenin ‘cool’luğuna halel getireceğini düşünüyordum. Yerleri paspasladıktan sonra lekelenmesin diye parmak uçlarında yürüdüğüm bunca özene rağmen, dükkânımız bir tuhafiyeden ziyade daha çok bir kadınlar kahvesi gibiydi. Tuhafiye seneler içinde komşularımızın gündelik işlerini tamamlayıp, yemekler yedikleri bir yer olmaktan çıkıp ev içlerindeki dertlerini birbirlerine anlatıp sağalttıkları bir buluşma yeri haline geldi. Kızı kocaya kaçan komşumuz ilk tuhafiyeye gelir, ağlar ağlar içini döker; kızı evlendikten sonra da ilk buzların eridiği yer yine burası olurdu.
Tuhafiye doğal olarak bu kadar veresiye satışa daha fazla dayanamayıp yıllar içinde kapandı. Babam, boşalan dükkânı inşaat kalıplarını koyduğu depo olarak kullanmaya başlayana kadar annem içeride hiç mal olmamasına rağmen ben bir dükkânı havalandırayım diye aşağıya iner tuhafiyemizi açar komşuların bir bir birikmesini beklerdi.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
“Kadınlar Kahvesi&rdquo için 1 yorum