Çok küçüğüm, daha okula bile gitmiyorum. Evdeki eski siyah beyaz fotoğraflardaki gibi hayalimde kalan anıların rengi. Bir yaz günü köydeki evimize bir kadın geldi: Kezban Abla. Babaannemin yeğeniymiş, babaannemin hiç tanımadığımız kız kardeşinin kızı. Kezban Abla’nın saçları kısa, dümdüz, parıl parıl parlıyor, anneminki gibi değil, çok hoşuma gidiyor. Bir de pantolon giymiş, o zamana kadar pantolon giyen yetişkin bir kadın hiç görmemişim, çok tuhafıma gidiyor ama hoşlanıyorum da. Kezban Abla’nın çatallı bir sesi var ama kendinden çok emin, tok çıkıyor sesi. Neşeli, cıvıl cıvıl bir kadın, onun gelişi herkese bir enerji katıyor.
Yaz günü evdeki iş rutini olduğu gibi devam ediyor, bahçe işleri, çamaşır yıkama… O gün hangi iş gerekiyorsa koşturuyor annem, halamlar. Kezban Abla da dahil oluyor kolaylıkla, bir ara pantolon yerine annem gibi şalvar giydiğini bile görüyorum. Ona yakıştıramıyorum, o şehirli, elleri ojeli, makyajlı haline uyduramıyorum şalvarı… Hele tırnakları yok mu? “Uçları uzun yay gibi tırnakları kırılmaz mı acaba?” diye düşünüyorum. Parlak, kırık beyaz dedikleri renkte ojeler sürmüş, gözlerimi alamıyorum.
Benimle de epey ilgileniyor, saçlarımı tarıyor, kucağına oturtuyor Kezban Abla. İlgimi fark etmiş olacak ki tırnaklarıma oje sürmek istiyor, kimseden izin almadan da avludaki havuzun başında otururken sürüyor ojeyi. Öyle güzel parlıyor ki, durup durup ellerimi uzatıp tırnaklarıma bakıyorum. Havalı bir kız oldum, hemen saçlarımı elimin tersi ile savuruyorum, ellerimi hiç kirletmek istemiyorum ne bahçede ne avluda oynuyorum toz toprağa bulanmamak için.
Kezban Abla iki, üç gün sonra ayrılıyor köyden, giderken kemerli pantolonunu giyiyor yeniden, makyajını yapıyor, topuklu ayakkabılarını giyip şehirli haline geri dönüyor. Giderken bana ojesini hediye ediyor. Öyle mutlu oluyorum, öyle mutlu oluyorum ki! Çok değerli bir hazine buluyorum sanki. Annemin dolabına saklıyorum ojeyi; ne zaman bir arkadaşım bir kuzenim bize gelse ojemi çıkarıp gösteriyor, tırnaklarıma da sürmeyi ihmal etmiyorum.
Bir iki kereden sonra dedemin boyalı tırnaklarımı fark etmesiyle oje sürmenin günah olduğunu öğreniyorum. Oje sürersem cehenneme gider miyim korkusu geliyor ardından, fakat vazgeçmek de istemiyorum değerli hazinemden. Bir gün balkonda kuzenimle ojemizi sürerken dedem yakalıyor bizi suçüstü gibi. “Günah günah…” diyor, “Yanarsınız cehennemde.” Tüylerim ürperiyor, o sırada oje şişem düşüyor elimden, balkona parlak beyaz boya saçılıyor, şişe hafif kırılıyor, derken saadetim sona eriyor.
Ağladığımı hatırlıyorum. Öyle üzülmüştüm, öyle içime dokunmuştu ki ojemi kaybetmek, içimde derin bir boşluk bıraktı diyebilirim. Kezban Abla bir daha bize gelmedi oysa yine oje getirir umudu ile o kadar çok istiyordum ki gelmesini, ama gelmedi. Bir daha hiç ojem olmadı, üniversiteye gelene kadar hiç oje sürmedim. Ama ilk ojem de aklımdan hiç çıkmadı. Arada bir tırnaklarımı uzattığımda heves edip oje alsam da hep o parlak krem rengi ojeyi aradığımı söyleyebilirim, hiçbir zaman bulamadım, başka herhangi bir renkte oje de hiç sürmedim.
***
Üniversite son sınıfta, Münevver ve Sengül ile takılıyoruz, sık sık Sengül’ün evinde kalıyoruz, keyifli zamanlar. Bir danışmanlık şirketinde staj yapıyorum o zamanlar, müşteride olduğumuz bir gün toplantıda erkek yöneticinin ellerine dikkat kesiliyorum. Adam epey iri yarı bir şey, elleri de tombiş ama pamuk gibi pürüzsüz, tırnakları biçimli, düzgün törpülenmiş, tertemiz. Hayran kalmamak elde değil. Bir an kendi elime bakıp utanıyorum, her biri ayrı boyda kimisi kırık, kimisi yamuk tırnaklar, şeytan tırnakları var kimisinde, kimisinde koparılan şeytan tırnaklarından kalma kızarıklık, aralarında tek tük uzattığım tırnaklar da sararmış…Toplantı notunu kendi dizüstü bilgisayarıma ben yazıyorum, ellerimi saklayabileceğim bir konumda değilim. Toplantıda ne konuşuldu, ben ne yazdım bilmiyorum; otomatiğe bağlamışım. Aklım ellerimde, tırnaklarımda, gözüm ise yöneticinin sürekli hareket eden tombiş, zarif, akça pakça ellerinde…
Akşam kızlara anlatıyorum olayı, Münevver “Aaa sen manikür yaptırmıyor musun ki? İşe de başladın artık zamanı gelmiş.” diyor, kendisi her ay yaptırırmış, bilmiyorum. Nasıl oluyor da o tırnakları düzgün kesip hiç taşırmadan kırmızı oje sürüyor diye şaşırırdım hep, böylece cevabımı almış oluyorum. Tırnaklarına hayranlıkla baktığımı fark edince göz kırparak “Tırnakların güzelleşince kırmızı oje de süreriz.” diyor gülerek, “Hadi be oradan, o kadar da değil.” diyorum, “Hiç bana göre değil!”
Maniküre gitmek uzak bana. O zamana kadar kısa saçlı, kot pantolon, spor ayakkabı takılan ortalama bir mühendislik öğrencisiyim, hani erkek çoğunluğun içinde pek kadın sayılmayan tiplerden… Belki de hafif maskulen bir imaj hoşuma gidiyor fakat iş yerinde daha resmi kıyafet içine girince sırıtan ayrıntılar çıkıyor ortaya; tırnaklar gibi, saçlar gibi… Ayakkabılar daha zarif mi olsa ne? Bocalıyorum.
Bir iki gün sonra sanırım Beşiktaş’ta ilk bulduğum kuaföre gidip ilk defa manikür yaptırıyorum. “İlk defa yaptırıyorum.” dediğim için etlerimi epey çekiştiriyor manikürcü kız. “Oje ne sürelim?” diyor. “Şart mı?” “Yani bir iki gün idare eder bir şey sürelim gelmişken.” “Açık renkli bir şeyler olabilir.” diyorum. Parlak kırık beyaz gibi bir şey arıyor gözlerim ama yok, ten rengi sürüyor.
***
Üniversite bitince Münevverle birlikte eve çıkıyoruz, önceleri onun ojelerden sürmeye başlıyorum, sonraki günler, haftalar, aylarda oje renk kategorim iyice genişliyor. Ortak kullanım alanımızda bir kutuda ojelerimizin sayısı artıyor, renkler çoğalıyor. Ben artık pembeler, morlar, kırmızının her tonunda oje sürüyor, manikürümü ihmal etmiyorum.
Her oje tazeleyişimde mutlaka renk değişiyor. Bunu ruj uyumu izliyor, sonra şal uyumu. Artık kıyafet-şal-oje-ruj renk uyumu olmazsa huzurla dışarı çıkamıyorum. Münevver önce sayısı artan ojeleri, sonra da bu renk uyumuna takıntılı olmamı eleştiriyor. Birlikte dışarı çıkılacaksa geç kalmama sebep olan bir durum bu. Stres de oluyorum, ama vazgeçemediğim bir huy haline geliyor.
Bir bahar günü Münevver ile dışarı çıkıyoruz, kiminle buluşacağız, ne yapacağız hatırlamıyorum; ama ben hazırlandım. Bakıyorum Münevver ilk defa benden geri kalmış; biraz telaşlı, biraz sıkkın derken çıkıyoruz evden. Tam kapıyı kilitleyeceğiz “Sen in, ben geliyorum.” diyor. İnip sokakta bekliyorum… Beş dakika oluyor, on dakika oluyor. Oflaya poflaya inip geliyor aşağıya. Şalını değiştirmiş, uçuk mavi olanı takmış. Hiç alışık olduğum bir durum değil benim Münevveri beklemem. Tersi olur genelde.
-Hayırdır ne oluyor?
-Of ya, kıyafet bulamadım bir türlü.
-Nasıl bulamadın?
-Yani ojeme uygun bulamadım.
-Yok artık bana laf edersin bir de, ben en azından kıyafetime oje uydurmaya çalışıyorum, sen ojeye göre mi giyiniyorsun?
-Senin yüzünden Allah’ın cezası renkler, uymadı diye içim almadı. İşte onu dene, bunu dene bir türlü uyduramadım.
-Yooo bunlar hep senin eserin, yok manikürdü, yok kırmızı ojeydi, al işte böyle olur.
Senin yüzünden, yok senin yüzünden diye diye sokaktaki insanların bakışlarına aldırmadan dakikalarca gülüşüyoruz.
Görsel: Banu Akkalkan
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Çocukluğumun izleri, gençliğimizin anıları, saklamamız gereken en değerli şey aslında.. kaleme alıp ölümsüzleştirdiğin için teşekkür ederim ❤️