Nilgün Erkmen anısına…
Altıyol, yüzümü kaşındıran bir yaz sıcağı, elime bir pankart tutuşturuluyor, biri fotoğrafımı çekiyor, kısacık saçlarımın diplerinden terliyorum, bağırmaktan boğazım acıyor, Kürtçe sloganları anlamadığım için tekrarlayamıyorum, İş Bankası’nın önünde onu görüyorum. Eve dönerken kendimle duyduğum gururu, Akademi Kitabevi Kafe’den aldığım Feminist Politika’yı kimse görmesin diye dolabımın içine gizlediğim yere gömüyorum. Ertesi gün eve düşebilecek bir bombaya hazırlıklı olabilmek için gazeteleri ve haber sitelerini kontrol ediyorum ve kendimi kalabalığın içerisinde bir pankartın ardında gizlenmiş bir karede görüyorum…
20 Temmuz 2014. İlk defa tek başıma Kadıköy’e gittiğim, ilk defa kadın cinayetlerine karşı düzenlenmiş bir eyleme katıldığım gün. İlk defa hiç tanımadığım birini düştüğü kalabalığın içerisinden kaldırıp kolumda yürüttüğüm ve yine ilk defa hayali bir yüzükle evlenme teklifi aldığım gün.
Mor Çatı’ya yaklaşık iki senedir üyeyim ancak hiçbir eyleme veya toplantıya gitmeye cesaret edemiyorum. Her sabah servisimi beklerken kapıya bırakılmış gazetenin içerisinde gördüğüm cinayet haberlerini bir dosyanın içerisinde saklamaktan başka yapabildiğim hiçbir şey yok. Bu sefer eylem çağrısı benim cesaretli olmaya değil, ama cesaretliymiş gibi yapmaya karar verdiğim bir ana denk geliyor ve ben ilk defa aileme alenen yalan söyleyerek tek başıma Kadıköy’e gidiyorum. Yolda tedirginim, eylem alanına ulaştığımda ise dilim damağım birbirine yapışmış halde. Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemediğimi gören bir kadın bana bir pankart uzatıyor. Yürüyüş boyunca bir can simidi gibi tutunuyorum bu pankarta. Çekilen onca fotoğrafın ve videonun içerisinde babamın beni fark etmesine sebep olacak bir şey olmasın diye kalabalığın tam da göbeğinde yürüyorum.
Zaman hızla akıyor, yürüdüğümüz yollar gibi. Ne kadar yürüdüğümüzün ne kadar bağırdığımızın farkında değilim. Eylem yavaş yavaş dağılmaya başladığında öfkem ve hüznüm dışında garip bir memnuniyet baş gösteriyor. Kendimden razıyım belki de, belki sadece bir katharsis yaşıyorum. Ama henüz katharsis ne demek, bilmiyorum. Pankartı bana ödünç veren gruplardan birine emanet ettikten sonra Kadıköy sokaklarında hiçbir yön duygum olmadığı için sürekli kaybolarak gezinmeye başlıyorum, sokaklarda kaybolmaktan, aynı yeri tavaf etmekten şikâyetçi değilim.
Ve sonra onu görüyorum. İşte İş Bankası’nın önünde, bembeyaz kıyafetleri ve yargıç peruğuyla birlikte. Suratında beyaz bir makyaj, önünden geçip giden kalabalığın içerisinden birisinin ona pozunu bozduracak bir hareket yapmasını bekliyor. Ona doğru yaklaşırken kalbim hızla çarpmaya başlıyor. Hemen kulaklığımı çıkarıp seyircilerinin arasına karışıyorum. Elimdeki bozuklukları önündeki kutuya bıraktığımda benim için “La Vie en Rose” çalıyor hayali kemanıyla. Sonra bakışımız kesişiyor, muzip bir ifadeyle bana cebinden çıkartıp parlattığı hayali yüzüğü teklif ediyor. Ellerim titreyerek yüzük parmağımı uzatıyorum çünkü biliyorum canlı heykelliğin sadece durma sanatı olmadığını, aslında kaskatı dakikalarca bekleyen heykelin bir oyun kurmak için katılımcısını beklediğini, fark edilmek istediğini…
Teklifi kabul ettiğime çocuklar gibi seviniyor ve havaya bir öpücük kondurduktan sonra o alışılmış kalıbına geri dönüyor heykel. İlk defa düşünmekten daha fazlasını yapmaya karar verdiğim, eylemsizliğime meydan okuduğum gün bir canlı heykel ile karşılaşmamın ironisine gülümsüyor, kafamda şu cümleyle eve dönüyorum: Bugün heykel değilim, canlıyım.
Görsel Hatice Somuncu’nun çalışması.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
“Pankart&rdquo için 1 yorum