1990'lar

Güvelerin Tanrısı

Yaz günü, fındıklıkla odunluk arası kuytu ve gölge, görülmez sınırda, büyüklerin gözünden uzakta ama sesine yakınız. Burası küçükler için serbest alanın sonu, yasak alanın başlangıcı. Kimin küçük kimin büyük sayıldığı ise bu sınır gibi, hayali ve öznel. Bir adım şu tarafa yanaşsan pekala sınırın içinde olabilirsin, belki şu tarafa, peki şuraya?

Sınır çeken coğrafi veya mimari engebeler değil, ebeveynlerin mizacı. Kimisi biraz serbest, biraz umursamaz, biraz rahat, kimisi disiplinli, katı, net. Ben ve kız kuzenim maalesef ikinci gruba düşmüşüz. Abim ve erkek kuzenlerim, (benden üç koca yaş küçük olan bile) nasıl olduysa birinci grupta. Yalağın odunluktan tarafa kenarında bitiyor bizim için sınır, ötesi yok. Abimler ve arkadaşları, hadi yaştan olsun, öbür yana adım atabiliyor da, küçük olan nasıl tek başına fındıklığa girip çıkabiliyor? Ebeveyn mizacı işte.

Onlarla beraber gitmek istiyoruz, fındıklığa değil ha, orada yılanlar, fareler, ağaçlarda yaşayan yeşil, soğuk, nemli kurbağalar ve en kötüsü, gözle görülmeyen fakat insanın göbeğinde kaşınan, kırmızı, düğüm olmuş iplik gibi leke bırakan böcekler var. Ev bölgesinde sayılan, bahçenin evle ahır arası, meyve ağaçlarının olduğu kısmına gitmek istiyoruz. “Hayır!” diyorlar, “Siz gelemezsiniz!” Ne oynayacaklarsa biz de oynayabiliriz; koşarız, ağaçlara tırmanırız, sessiz olup saklanırız. Ağlıyoruz, zırlıyoruz, abilerimiz bize kızıyor; sizi annemlere söyleriz! Hıh! Biz de çok meraklıydık ahırın dibinde, ayakkabını ve burnunu rehin alan cıvık cıvık tezek ve çürümüş elmaların arasında, ikaz etmeden kafanda patlayan gereğinden fazla olgun armutların içinde koşturmaya!

Beton yalağın bu yanında kalıyoruz, biz burada oynarız ki!

Ben miydim bunu yapan, yoksa başka biri miydi, kocaman pofudik bir güve, yalağa düşmüş, yarısını dolduran yağmur suyunda debeleniyor. Boğulmasını izliyoruz, çocukluk! Hareketlerini izliyoruz, merakla, iştahla, neler yapacak sudan kendini kurtarmak için? Şişko tombul bedenini kaldıramıyor yüzeye, ön ayaklarıyla çırpınıyor. Hah, bir yaprak buldu. Hareketleri yavaş artık. Yaprağa nazlı nazlı tırmanıyor. İnsan olsa inatçı, güçlü, diri bir bedeni olurmuş gibi, fakat az sonra pes ediyor, yorgun, kırılgan, güçsüz, yaşlı bir bedene giriveriyor. Yalağın kuru kenarına alıyoruz onu, hem onun çabalarına karşılık ödül olarak, hem de iyilik yapıp kendimizi affetmek için. Bencil bir merak da var tabii; yalağın kenarında onu daha yakından inceleyebiliyoruz! Kâh silkiniyor, kâh dinleniyor.

Diğerlerini merak ediyoruz, bu kadar zaman, sesleri de gelmiyor, ağaçların arasında ne oynayacaklar? Gizlice yanlarına yaklaşalım! Bahçenin içine pek ilerlememişler aslında. Küçük bir çember olmuş, fısıldayarak ne yapıyorlar? Hii, ayıp şeyler mi? Birkaç ağaç daha ilerleyince açıklık başlıyor. Eh, görülüyoruz tabii, kovalıyorlar bizi.

Yorgun yaşlı güve henüz yenilmemiş, belli ki eski gücüne yavaş yavaş kavuşuyor, kanatlarını çırpıyor, tüylü antenlerini kurutuyor. Anlıyoruz, uçacak! Uçmasın, güve bizim tek oyuncağımız.

Ben yapmışımdır, acımasızlığımı ve kovulma acımı merak pelerinine bürüyüp, yerden bir dal alıp onu tekrar suya batırma işini.

Tekrar, çırpın, tutunacak bir dal bul, güç bela üzerine çık, ödüllendiril, dinlen, yola devam etmeye hazırlan, tekrar, çırpın, cankurtaran ara…

Küçük insandım ben, sınırlanan, kurallar koyulan, terbiye verilen, can yakmayan. Güvelerin canı var mıydı? Hiç ses çıkarmıyorlar ki. Koşmuyor, uçmuyor, ısırmıyor, korkutucu bir özellikleri de yok. Bahçenin ötesinde değildim, serbest alanımda, ses çıkartmadan, oynuyordum işte. Yaklaşmaya cesaret edebildiğim böceklerin en büyüğüyle, üstelik baş parmağım kadar büyük, bir güveyle -onu öldürmemeye özen göstererek- oynuyordum. Çocuk oyunları. Suyun içinde çabalaması tuhaf hissettiriyordu, üzülmem gerekirdi, üzülmüyordum, canı yoktu güvelerin. O ölümüne yakınlaşırken acıma ve bağışlama geliyordu, çıkarıyordum sudan, kurtarıcı oluyordum, güvenin kurtarıcısı, akşama anlatırdım annemlere bir güveyi nasıl ölmekten kurtardığımı, iyi insan olurdum.

Vicdanı benden daha sağlam olan kuzenim isyan ediyor: “Yapma artık!” Tamam bu son, kurusun, uçmasını izleyeceğiz beraber. Güneş batıyor, ağaçların arasından yalağın kenarına düşen huzmeler azalıp cılızlaşıyor.

Biraz daha kuru güzel güvecik, az kaldı. İzin veriyorum, uçacaksın.

Abimler çıka geliyor, en önde abim, bağırıyorlar bize:

-Bir rahat bırakmadınız bizi!
-Siz ne yaptığınızı söylesenize!
-Sanane, bir daha söylediklerime uyacaksın!
-Uymayacağım!
-Al o zaman!

Hiiii! Ne yaptıııın seeeeen? Hayır hayır hayır! Ölme küçük güve! Onu uçuracaktık! Niye yaptın bunu! Hayır, ya, hayır ya, kuruyordu! Oracıkta duruyordu! Sana hiçbir zararı yoktu!


Görüntü: Banu Akkalkan

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Güvelerin Tanrısı&rdquo için 1 yorum

Bir Cevap Yazın

%d