1990'lar 2000+

Koşuyordum

Her akşam işten gelince eşofmanları üstüme geçirip dışarıya fırlıyordum koşmak için. Uyku eksiğim, açlığım, yorgunluğum fark etmiyordu. Koştukça zihnim temizleniyordu, meseleler halloluyor, hallolmayan hafifliyordu. Ama İstanbul’da bir kadının, mesela karanlık kış akşamlarında koşması için bir dizi önlem alması da şarttı, başka birçok yerde olduğu gibi. Bu önlemlerin neden gerektiği üzerine uzun uzun düşünmedim hiç galiba. Kadınlık deneyiminin gerektirdiği “hayatta kalma otomatik pilotu” aldırdı bu önlemleri; sağolsun her ayrıntıyı düşündü benim adıma.

Annemi camın önüne oturtuyordum mesela. Koştuğum rota, oturduğumuz apartmanın içinde olduğu bir adaydı. 600 metreyi biraz aşıyordu parkurum. Apartmandan çıkınca sürekli sağa dönerek bir turu tamamlıyordum. Annemin ikinci dönüşte önünden geçtiğim pencerede oturması gerekiyordu, yani plan buydu. “Sen bu pencerede otur, beş ila yedi dakikada bir geçmem lazım, geçmezsem polisi ara.” diyordum. Şakayla karışık söylenmiş gibi görünen bu uyarıyı annem ciddiye almıyor: “Tamam.” diyor, pencerenin kenarındaki masaya oturuyor ama önündeki bulmacadan kafasını asla kaldırmıyordu. Koşum, onun beni değil, benim onu her beş dakikada bir kontrol etmemle bitiyordu. Hesap soruyordum eve dönünce: “Başıma bir şey gelse haberin olmayacak!” “Vallahi baktım.“ diyordu. Göz ucuyla görmüş beni bir kaç defa!

Başıma ne iş gelecekti?

Akşamları, saat sekiz civarı koşuyordum, tenha olmuyordu sokaklar. Fakat üçüncü dönüşte, kaldırımın kenarına büyük kamyonlarını park ediyordu caddenin karşısındaki nakliye firması. Bir tarafta sitenin duvarı, diğerinde dev gibi kamyonlar dar, karanlık bir koridor haline getiriyordu burayı. Her dönüşte bu koridora girerken içim sıkılıyordu, çabuk bitsin diye depar atıyor, vınnn diye bitiriyordum burayı. Bu koridorda birisini görüyorsam hiç girmemeyi tercih ediyor, oyalanıyor, hatta bazen de geri dönüyordum, çünkü çok yakın geçmem gerekiyordu o insana, o dar yerde.

Bir akşam kimsenin olmadığı bir an bu koridora girdim yine, bir adam gördüm yolun sonunda, dönemedim geriye, hızla gidiyordum. Çok net bir hisse kapıldım: Bir şey olacak, bir şey yapacak, ama ne? Biraz daha hızlandım, adama yaklaştım ve ayağını gördüm, bana çelme takmak için ayağını kaldırdı. Hesap etmediği, “Bir şey olacak, hayatta kal otomatik pilotu” sayesinde tetikteydim. Havaya kaldırdığı ayağının üzerinden epey yükseğe zıpladım, takılmadım çelmesine. Kulaklıklarım vardı, şarkı çalıyordu, ses yüksekti; arkamdan atılan kahkahayı duydum yine de. Gülüyor, eğleniyordu. Apartmana daldım hemen. Koşu erken bitmiş oldu akşam. Birkaç hafta da çıkmadım dışarı. Bu olanı anlatınca eve koşu bandı almamı önerdi birkaç kişi, hiç istemedim. Koşu bandı üstünde soğuk, rüzgâr olmayacaktı, hava buz gibiyken ter dökmek, soğuk havalarda lahana gibi giyinmeden, zaten kısa sürede ısınacağını bilerek sokağa çıkmaktı güzel olan. Kıyafetlerden söz açılmışken… Orada, incelik kalınlık dışında başka standartlar da olmalıydı.

Eşofman biraz darsa, popoyu kapatacak uzun kıyafetler giyiyordum, sutyenler gündelik olamıyordu, o zamanlar çok yaygın olmayan sporcu sutyenlerini zar zor bulabilmiştim. Pabuçlar sanki en önemsiz ayrıntıydı. Halbuki tam tersi, popo, meme saklama çabasından daha önemliydi beş, on kilometre koşan ayaklarım, ama onların sağlığı bir türlü öncelikli olamadı.

Koşan bir kadının arkasından bakan, bakacak olanların düşüncesi bile rahatsız ediciydi hep, biraz bu yüzden de bekliyordum havanın kararmasını. Belime bir şeyler sarıyordum bazen. Zor olmuyor muydu onunla koşmak? Biraz. Koşmaya başlayınca önemsiz hale geliyordu bu ayrıntılar, ama hep bir kendini saklama çabası vardı: Bol kıyafetler giyeyim, bere takayım, saçları toplayayım…

Kıyafet seçimleri ve görünmez olma isteği, yanımdan geçen, karşı kaldırımdan bakan, mutlaka edecek bir çift lafı olan birtakım adamlar yüzünden oldu hep. Kulaklıklar yüzünden çoğu zaman duymadım denenleri aslında, duyduklarımı yazmanın da manası yok buraya. Denenleri duymadığımda, bakışları gördüm. Başka tür karşılaşmalar da yaşadım neyseki, bazıları güzeldi.

Apartmanın olduğu ada içinde bir kameriye vardı, havanın makul olduğu günler kadınlar, çocuklar otururdu burada. Bir akşam önlerinden her geçişimde beni alkışladıklarını geç fark ettim, yine kulaklıklar yüzünden! Bir sonraki geçişte kapadım müziği, bana mı bir şey diyorlardı, emin olmak istedim. Evet, ben yaklaştıkça alkışlar başladı, çocuklar, “Abla, abla yedi oldu.“ dediler. Yedinci turu atıyormuşum. Kadınlar bana gülümsüyordu, el salladılar, ben de onlara el salladım. Bir sonraki turda yavrulardan biri bana küçük bir pet şişede su uzattı. Sonradan resmî yarışlara katıldığımda, zaten organizasyonun parçası olarak, kenardan uzatılan suların, minik şekerlerin hiç biri bu kadar kıymetli olmadı. Kimse de o çocuklar, kadınlar gibi tezahürat yapmadı bir daha. Fazladan üç, beş tur attım galiba o akşam, alkışların peşinde.

Apartmanımızın beşinci katında, yalnız yaşayan Hasibe Teyze’nin de beni seyrettiğini öğrendim bir akşam. Asansörün önünde yakaladı bir gün beni: “Kızım yorulmuyor musun?” diye sordu pat diye.

-Neyden Hasibe Teyze?
-Öyle koşuyorsun hep?

Ayaküstü derdimi anlatmaya çalıştım, ikna olmuyordu. O anlatırken düşünüyordum, “Bak anneme değil de Hasibe Teyze’ye vereyim ben görevi, geçmezsem polisi arasın.” Bir dizi nasihat dinledim: “Dizlerin yıpranır. Yazık değil mi bu bedenine? Zayıf kalmak için yediklerinin miktarını azaltsan yeter zaten…” İnsanlar sadece kilo vermek için koşardı sanki ve anlaşılan bu yaygın da bir kanaatti.

Babaannem de vardı koşmak ve kilo arasında doğrudan bağlantı kuran. Koltukta oturuyordu bir gün, tam önünden geçerken, birden popomu elledi ve kanaatini bana değil, anneme bildirdi: “Bunu kimse almaz, çok zayıf, evde kalır.” Bizde kalıyordu o kış babaannem, ara ara oluyordu bu konuşmalar. ”Babaanne oramı, buramı elleme ya, lütfen yani, rica ederim.” dediğimde, bana “Yemek ye, yemek ye, koşturmak da neyin nesiymiş? Bir güzel süpür ortalığı, iki de cam sil, al sana spor.” dedi ve ekledi: “Annen sana köbete yapsın mı?”

O zamanlar 80’lerinin sonlarındaydı babaannem, köbete dediği de içinde tavuklu pilav olan Tatar böreği!

Şu sahiden kurcalıyordu zihinleri: Neden sıcak evimden çıkıp, kendimi soğuklara atıyor, kan ter içinde eve dönüyorum? Çok sık soruluyordu bu soru: Neden koşuyorsun, ne gerek var? Bir ay önce, artık uzun mesafe koşamayacağımı söyleyen bir kadın doktor ile de benzer bir konuşma geçti aramızda. Hızlı yürüyebilirmişim, ama artık uzun mesafe koşamazmışım. Yüzümde nasıl bir ifade belirdiyse, bir parmağını havaya kaldırıp şöyle dedi: “Ciddiyim!” Yirmi yıllık bir maceranın sonuna gelmişim!

Doktorun yanından çıktığım andan beri düşünüyorum, kısa, uzun aralıklarla ve mesafelerle, ama bırakmadan yaptığım bir işin etrafında ne çok şey olmuş. Bu yazı, ömrümüz uzunluğunda olmasın diye anlatamadıklarım da var. Dağ tepe koşuları var mesela, asla yalnız gitmediğim, yalnız gitmeyi aklımdan bile geçirmediğim. Erkekler için mesele bile olmayan, rahatlıkla yapabildikleri, tüm dünyayı da kendilerine göre ayarladıkları sayısız durumdan sadece biri. Burada anlattıklarım ne kadar doğrudan ilgili cinsiyetle, kadın olma deneyimini türlü biçimlerde kapsayan bir minik kesitmiş meğer koşma maceram; yaşarken değil yazarken anladım.

Uzun mesafe koşarken gücü bitecek gibi olur insanın bir noktada, ne kadar antrenmanlı olduğunla her zaman ilgili de değildir bu. Beden sinyaller yollamaya başlar bir noktada: “Yoruldum devam edecek misin, ne gerek var, bırak bırak…” gibi çok da net mesajlar olur bunlar. İnat edip devam edince kaybolurlar ama, yerlerini bir tür sessizlik alır. Zihinle beden diyeyim artık, bir olur. Bir süre bu sessizlikle devam edilir, sonra ağrıların başladığı bir faza girilir. Ağrılar bedeni tutar, zihinsel bir patinaj çekmeye başlar insan, bahsettiğim mesajlar daha güçlü gelir, koşuyu bırakmak artık bir zorunluluk haline gelir. Zorunluluk aşamasında da çok kişi bırakır koşuyu zaten. Devam edebilenler otomatik pilota bırakırlar kendilerini. Bedenin bitiyorum diyen pili de, tüm bunları yaşadıktan, muhtelif fazları geçtikten epey sonra biter aslında. Her işte olduğu gibi tecrübeyle öğrenir bunu insan.

Otomatik pilot fazında insanın düşünceleri un ufak olur, hiçbir düşüncenin başı sonu olmaz, her şey havada kalır; boşalan glikoz depolarının da sayesinde zihin bir yere savrulur. Ben tam bu yer için koşuyordum. Kimin ne diyeceğinin bir öneminin kalmadığı o yabancı diyara ulaşmak için. Koştuğun güzergâh boyunca herkesin radarına girmiş olduğunu bilmenin ağır yükünden, kıyafetlerinden, bedeninden, başkalarından, denenlerden, denebileceklerden kurtulmak için. Evden her çıkışımda nasıl bir mücadelenin, savaşın içine girdiğimi unutmak, kadınlık deneyiminin yığınla ince ayarı ve sonsuz kaygılarıyla var oluşumu nasıl etkilediğini unutmak için.

Şimdi başka bir yol bulmak zorundayım.


Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Koşuyordum&rdquo için 1 yorum

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: