1990'lar

Avludaki Ağaç

Avrupa’da bir iltica yurdunda kalıyordum. Pek çok farklı milletten pek çok farklı insan, çocuklar, bebekler, yaşlılar, engelliler, hastalar ile beraber yaşıyorduk oradaki odalarda. Kaldığımız yer eski bir askeri kışla binasıydı ve en iyi arkadaşlarım da Kürtlerdi. Çünkü onlar hem diğer milletler içinde Türkçe bilen tek gruptu hem de zaten ortak meseleler yüzünden buralara sürüklenip gelmiştik.

Orada çok kadın tanıdım; eşleri, abileri ya da babaları ile birlikte gelenler dışında kimisi tek başına, kimisi çocuklarını da yanına alarak gelen yalnız kadınlar… Sığınmacılık kadınları olduğundan daha fazla görünmez kılan bir statü. Havasını, suyunu, insanını tanımadığınız bir yerin dilini de bilmeyince yabancılık perçinleniyor, varlık alanı daha da daralıp hayat bizi hepten görünmez kılıyordu, yurdun sınırları dışında hepimiz birer gölge gibiydik. O görünmezliği kırmak için mi bilmiyorum kadınlar çoğu akşamı, avludaki ağacın altında beraber oturup çay içerek geçiriyordu. Birkaç gün onları pencereden izledikten sonra ben de karıştım aralarına.

Yine bir akşam ağacın altında çay içerken bana uzak bir şehirde yapılacak festivallerinden bahsettiler, konser gibi, panayır gibi bir şey anlattıkları. Sabahtan akşama kadar süren, uzaklardan gelen tanıdıkların buluşup hasret giderdikleri ama illaki memleket haberlerinin ve son durumların öğrenildiği politik bir organizasyon, hem de eğlenme alanı, anladığım bu o zaman. Onlar gidecekmiş zaten, beni de çağırıyorlardı. Ama iltica yurdunda kalmanın ilk kuralı o bölgeden otuz kilometre uzağa gitmemekti, buna izin verilmiyordu. Eğer kurala uymaz da izinsiz giderseniz, yakalanınca para cezası ödeyecektiniz. Peki o uzak şehirdeki festivale nasıl gidecektik?

Kaçak olarak!

Dediklerine göre uzun süreden beri o şehirde yerleşik olan eş, dost, akrabalar organizasyonu yapmıştı zaten. Onların kiraladıkları otobüsler bizi de götürecek, her şey bitip akşam olunca da geri getirecekti. Epey bir düşündüm, uzak bir yoldu, sabah oraya ulaşmak için geceyi bir otobüsle yolda geçirecek, sabah da binlerce kişinin arasına karışıp yurdun sıkıcı havasından uzaklaşmış olacaktık, bizi niye yolda yakalayıp ceza keseceklerdi ki? Ayrıca kadınlar, nerden bulduklarına şaştığım ama giymeyi planladıkları renk renk elbiseleri gösterirken çok neşeli görünüyorlardı, ikna oldum.

Hayatımda hiç görmediğim, binlerce kişinin buluştuğu bir festivale katılmak beni de heyecanlandırmıştı. Renkli bir elbisem olmasa da iki gece sonra sırtımda çantamla hazır, kapıda bekliyordum. Her şey tamam dediler, otobüsler bizi bekliyormus, gece on ikide hareket edecektik. Yurt şehrin dışında olduğundan önce şehre inip oradan buluşacağımız yere varmalıydık, çoluk çocuk, kadın, azıcık da erkek otuz kişi yurdun kapısından çıktık. Bizi bekleyen otobüslere dikkat çekmeden, ceza yemeden binebilirsek iyi olacaktı. Az yolculu bir belediye otobüsüne o saatte bağır çağır doluşan, indikten sonra da şaşkın şaşkın buluşma yerini arayan otuz kişi ile çok dikkat çektiğimizi düşünüyordum. Sonra etrafımdakilerin rahatlığı bana da geçti; burası demokratik bir ülkeydi, elbette otuz insan gece yarısı beraberce gezebilirdi, bunun nesi dikkat çekiciydi!?

O an değil ama daha sonra gündüz gözüyle gördüğümde fark edeceğim, üzüm bağlarıyla dolu bir tepenin yakınına, kartal yuvası gibi kurulmuş ışıl ışıl, kuleli, müthiş manzaralı bir yere geldik yürüye yürüye. Otobüsler bizi buradan alacakmış. Uzaktan hafif bir müzik sesi geliyor, rüzgâr ılık ılık esiyordu. Nerdeyse bir film sahnesi gibiydi her şey, sanki romantik bir aşk filmi. Beklerken dikkat çekmemek için tepenin altındaki karanlık köşeye doğru yöneldik, ama nasıl karanlık, sokak lambası falan hiçbir şey yok. Otobüsü bekleyeceğimiz zula bir yer seçmiş bize rehberlik eden kişi. Etrafın zifiri karanlığı yüzünden girdiğimiz yerin bir çocuk parkı olduğunu ancak çarpınca gıcırdayan salıncaktan anladık.

Yukarıda, bu şahane tepedeki restoranda arya dinleyen insanlar, aşağıda, karanlık çocuk parkında gürültü yaparak bekleyen biz otuz ilticacı gerçekten dikkat çekiciydik, bunu fark ettik ve hepimiz sustuk. Artık çıt çıkmıyordu. Sigara içmek isteyen biri çakmağına bastığı sırada “Şişşşt!“ diyip engellendi. Sanki bir gece yarısı devletlerin sınırlarından geçmek için karanlıkta işaret beklenen zamana dönülmüştü yeniden. Yeni bir film sahnesi yanıp sönmeye başladı kafamda; yukarıdan gelen arya seslerini, çöktüğü yerde çıt çıkarmadan dinleyen otuz gölgenin olduğu kapkaranlık bir sahne.

Kimin yanında çöktüğümü, az sonra duyduğum fısıltıdan anladım. Bunlar Nusaybinli kız kardeşlerin sesiydi, biri diğerine dedi ki ”Bu kadın zebani gibi bağırıyor, bizi öldürecekler!” Diğeri, galiba büyük olan, “Sus kız şarkıdır o, insanlar eğleniyor.” diye cevap verdi. Küçük olan sakinleşememişti, “Bu nasıl şarkıdır? Kadın bize küfür sallıyor!” dedi. Sonra “Pısst…” dedi birileri, ikisi de sustu. Benim için iyice fantastik hale dönen yolculuk, Nusaybinli kız için öyle değildi anlaşılan, aklına neler geliyordu kimbilir? Arada bir derin derin nefes alıp verdiğini duyuyordum.

Sonunda gelen “Haydi!” komutuyla kalkıp yürümeye başladık. Otobüsler gelmişti. Karanlık parktan arka arkaya çıkan çoluk çocuk, kadın, erkek otuz kişi, şoförlerin şaşkın bakışları arasında otobüslere bindik. Opera sanatına haksızlık etmek istemem ama aryaların o küçük kızda yarattığı korku bana çok dokunmuştu. Oradan çıktıklarında kızların bir beladan kurtulmuş gibi sevinçli olduğunu hissediyordum.

Polis falan yoktu ortada. Eylemimiz başarıyla sonuçlanmış, nihayet kimseye çaktırmadan otobüse binebilmiştik. Koltuklara yerleşip bir oh çektikten, anneler çocukları, çocuklar anneleri, azıcık erkek bütün otobüsü kontrol ettikten sonra türküler başladı…

Henüz yarım saat olmuştu ki, şoför sağa doğru yanaştı. Erkekler şoföre, kadınlar yola, çocuklar ise yanıp sönen siren lambalarına baktı. Şoför kapıları açtı. Otobüse iki polis memuru bindi, şoföre bir şeyler anlattıktan sonra bize doğru dönüp konuşmaya başladı. O dili bilen bir arkadaş, biz bilmeyenlere söylenenleri tercüme etti: “Aranızda iltica yurdundan olan varsa, ya şimdi insin ya da otuz kilometre ihlali için para cezası yazılacak!”

Polis, şehir merkezinin otuz kilometre dışında bizi beklemişti.

Demokratik bir ülkede, bizim peşimizde karanlık parkları dolaşacak halleri yoktu ya! Şehrin otuz kilometre dışında beklemek yeterliydi işte.

Onca aryalı saklambaç sahnesi boşa düştü. Nusaybinli kız kardeşler ve kadınlar söyleniyordu. Ya inecek ya da yurda gerisin geri dönecektik. Az önce karanlık parkta yakalanmamak için sessizce bekleyen biz değilmişiz gibi birbirimize bakıp biraz da efelenerek “Öderiz, yazsınlar!” dedik, yurdun verdiği kimlikleri çıkardık. Yazdılar. Biz de imzaladık.

Polisler işini bitirmiş otobüsten inerken, oturduğum ön koltuktan arkaya doğru dönüp otobüsü şöyle bir kolaçan ettim. Fark ediyordum, filmin en kritik yerinde kadınlar daha cesur görünüyordu, işte yine öyle olmuştu, en çok onların gözü parlıyordu, aklıma o pırıl pırıl elbiseler geldi.


pixabay

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Avludaki Ağaç&rdquo için 1 yorum

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: