Lisedeyim. Okul çıkışlarında bir yerden çay aldıktan sonra İsveç Konsolosluğunun karşısında oturup insanları seyrediyorum, akşam olunca odamın camından dışarıya bakıp gelen geçenin ya da ışığı yanan evlerin içinde nasıl hayatlar olduğunu merak ediyorum. Beyaz ışıklı evlerin soğuk olduğu gibi bir fikrim var, ama topluca yemek yeniyor masada. Sarı ışıklılar nasıl yemek yiyor bilmiyorum, ama o evlerde müzik çalıyormuş hep gibi geliyor.
Artık son sene, sınav yaklaşıyor. Ben üstümde süklüm püklüm bir hırka, ayağımda abuk sabuk ayakkabılar ya da tokyo terlik, bakına bakına geziniyorum sürekli. Annemin kocası bana “bohem” diye sesleniyor hep, “Aylak aylak dolaşacağına oturup çalışsana biraz, bohem.”
Bütün sınıf arkadaşlarımla beraber ne olacağımızdan emin bir şekilde okula devam ediyoruz. Bir kısmımız müzisyen ya da müzik öğretmeni olacak, bir kısmımız da plastik sanatlarla ilgilenecek ya da resim öğretmeni olacak. Viyola çalışmak ve etrafa bakmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmediğim bir zaman. Etrafa bakmak istiyorum sadece, bunlarla uğraşmak istemiyorum.
Bir gün ÖSYM’den kalın bir zarf geliyor, içinde form ve okul listesi var. Neden sınavdan önce doldurmam gerektiğini tabii ki anlamıyorum. Birincisi zaten barajı geçsem yetiyor, çünkü bölüm puanıyla giriyorum, ikincisi şimdi yazdım diyelim bölümü ve giremedim, yettiremedim puanı; çok üzülmez, beceriksiz hissetmez miyim?
Gerçekten anlayamıyorum.
Anneme anlatıyorum. Annem “En azından gel bir bakalım, belki başka bir bölüm filan istersin. Sen sor ben söyleyeyim sana.” diyor. Bölümlere bakmaya başlıyoruz, bir sürü şehir var, bir sürü fakülte, onların altında da bir sürü bölüm var. İçimde bir şey kırılıyor, büyüleniyorum. Bir sürü alan, bir sürü hayat. Bunların içinden sadece birini nasıl seçeyim?
Ben soruyorum, annem anlatıyor. Ve ben tek birini seçip yaşayamayacağımı fark ediyorum aniden. Bu kadar hayat varken yaşayabilecek, bu kadar farklı anı varken biriktirebilecek, neden birini yaşamak zorunda kalayım? Hiçbir şey olmamaya karar veriyorum, tek bir hayat için uğraşmamaya. Zaten herhangi bir sisteme inandığım da söylenemez. Aydınlanıyorum resmen. Listeden hoşuma giden bir sürü bölüm yazıyoruz, oradan buradan hepsi farklı şehirlerde.
Aradan vakit geçiyor sınava giriyorum, yetenek sınavlarına az var artık. Dram yaşamadan olmayacağı için, elimi sakatlıyorum. Arşeyi bırak hareket ettirmeyi, tutamıyorum bile.
Annemler inanamıyor, hocam zaten bana o kadar kızgın ki uzunca bir süre görmek istemiyor beni. Ne var küsecek? Anlamıyorum. Bu sene çalışmaya devam ederiz, seneye geçerim, ne var yani? Zaman bizim değil mi? Sırf bunun için saatimiz, metronomumuz, takvimimiz yok mu, yanlış mı biliyorum, zamanı hapsetmiyor muyuz onlara? Annemin kocasının benim o sene okula girmezsem okula girmeyeceğimden emin olması sebebiyle, başka bir yetenek sınavına giriyorum ve anlaşılması benim için hâlâ güç bir sekilde, mülakata girmeye hak kazanıyorum.
Mülakata giriyorum. Mülakattan ziyade, sanki arkadaşlarımla bir yerde oturuyoruz gibi, halbuki tüm ciddiyetimi toplayıp gitmiştim. Bir hoca diyor ki, “Müzik okumuşsun. Sana bir sorum var, sence müzik mi daha önemli senin için yoksa tasarım mı? “Hiçbir şey olmak istemediğim için rahatlıkla “Saçma bir soru…” diyorum, “İkisi benim için birbirinden o kadar farklı ki, anlatamam.” Nedense hepsi çok gülüyor. Ardından ekipteki tek ciddi ve bana sinir olduğuna emin olduğum hoca giriyor söze “Bölüme zaten aldık seni, herhalde anlamışsındır. Şimdi soracağım soruya göre sana burs verip vermemeye karar vereceğiz. Dört sene sonra kendini tasarım yaparken hayal edebiliyor musun? Ya da şöyle sorayım, okulu bitirince tasarımcı olacak mısın?”
İnanamıyorum! Nereden bileyim? Kaldı ki kim bilebilir?
“Dört sene çok uzun bir zaman, nereden bileyim şimdiden ne yapacağımı?” diyorum, yine herkes gülmeye başlıyor. Sonuçta burs alıyorum ama yüzde elli. Plansızlığın bedeli.
Artık hiç viyola çalmıyorum. Çünkü enstrümanımı geri vermek zorunda kalıyoruz ve iyi bir enstrüman almaya da paramız yok. Ağlaya ağlaya bu fikre alışıyorum, o kadar eksik hissediyorum ki kendimi, viyola sesi duymaya tahammülüm yok, yaklaşık beş sene asla orkestra müziği dinleyemiyorum. Kitap kapakları yapıyorum bir süre, çok memnunum. Tüm zaman benim, iş için kitap okuyorum. Para biriktiriyorum, gitmek istediğim bir sanat akademisi var, yüksek lisans için, başka bir ülkede. Okulu bitiriyorum, kazanıyorum ve gidiyorum, ama bir seneye varmadan “Amanın bu ne yaa!” diye geri geliyorum.
Orada geçirdiğim zamanda başka ülkelerde iki ya da üç okula daha başvurup iki kabul, bir red alıyorum. Burs almayı da başarıyorum ama gidemiyorum. Dönüyorum ve bir barda çalışmaya başlıyorum, bir sürü insanla tanışıyorum. Becerip yüksek lisans yapıyorum. Bir ara bir mücelletin yanında kitap ciltlemeyi, bir ara seramik öğreniyorum. Ara ara afişler ve kitaplar yapıyorum, bir ara bir çiftliğe yardım ediyorum, bir ara yemek pişiriyorum, pazarda çalışıyorum… Bu sırada dört farklı şehirde yaşıyorum. Bir sürü insanla tanışıyorum, bir sürü hayat yaşıyorum kısa kısa da olsa.
Böyle böyle tam kırk yaşına geliyorum. Artık tanıdığım herkes bir şey olmuş. Mesela, liseden tanıdığım bir kişi dışında herkes kendi alanında çalışıyor, bir arkadaşımın ajansı var, bir arkadaşım meşhur bir çizgi romancı, Marvel’a kapaklar çiziyor. Müzisyen arkadaşlarımdan biri devlet tiyatrolarına müzik yazıyor, birkaç da ödülü var kompozisyonları için. Kimi evde ders veriyor çocuklara, kimi üniversitede solfej ve müzik tarihi öğretiyor, biri etnomüzikolog. Biri de sinemacı. Bense tüm bu geçen zamandan sonra hiçbir şeyim. Dediğimi yaptım, hiçbir şey oldum.
Görüntü: Unsplash.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
““Hiçbir Şey Oldum”&rdquo için 1 yorum