Yok hayır, o mis kokulu yeşil bitki değil bahsedeceğim, bu “Fesleğen” başka “Fesleğen”…
Çocukluk yıllarımda annemin teyzesinin Niğde’nin neredeyse merkezinde, dönümlerce uzanan bir bahçesi vardı. Her yaz 10-15 günlüğüne gider, bahçenin içindeki tek katlı minik eve misafir olurduk, annemi ve haliyle beni çok seven teyze ve kuzenler tarafından alabildiğine şımartılırdım. İki oda, bir sofa, mutfağı bile duvara asılmış bir terekten ibaret olan küçücük eve bir sürü insan sığışır, hiç de rahatsız olmazdık. Çünkü herkes birbirini çok sever ve birlikte olmaktan büyük mutluluk duyardı.
O bahçe hâlâ rüyalarımı süsler; çoğunluğu elma olmak üzere yüzlerce meyve ağacı, evin arka cephesinde göz alabildiğine uzanan kavaklık, avluda kıpkırmızı bir tulumba, yanı başında minik bir bostan, pespembe, uzun saplı kozmoslar ve yapraklarını ayırıp yüzümüze yapıştırdığımız gülhatmi çiçekleri, ağaçların arasından şırıl şırıl akan arıklar, evin karşısında kerpiç bir arılık ve artık kovanlar olmasa da tek tük ziyaretimize gelen arılar ve en önemlisi bahçenin girişine yakın bir mevkide ikamet eden Kurtuluş ile annesi Naciye. Bunlar kim diye soracak olursanız, her sabah kuzenlerden en büyüğünün peşine takılıp sütleri sağılırken seyrettiğim inek ve danası. Naciye kısa bir süre sonra ölmüş ve ağaçlardan birinin dibine gömülürken bizzat nezaret etmiştim. Kurtuluş ise uzun yıllar yaz tatillerimize eşlik etti.
Bahçede geçen günlerim sanki bir iş kadınıymışım gibi programlıydı. Sabah gözümü açar açmaz evin önündeki “Hayat” denilen toprak alanı sulayıp süpüren kuzenlerin peşine takılırdım. İki kız, iki erkek dört kardeştiler ve kim önce kendi payını bitirecek diye iki takım halinde yarışırlardı. Erkekler tulumbadan su çeker, kızlar da toz kalkmasın diye ıslattıkları alanı süpürürlerdi. Bir birinin, bir diğerinin ardından seğirtirdim, bayılırdım her sabah gerçekleştirilen bu rutine, mis gibi toprak kokardı ortalık. Kahvaltı faslından sonra aşçılık faaliyetim başlardı. Evin önünde nereden geldiği belirsiz, masa benzeri alçak bir mermer blok vardı. Orası benim mutfağımdı. Pisipisi otlarından, akasya tohumlarından, yabani nanelerden, gözüme hoş görünen her türlü ot-çöpten güya yemekler kotarır, kırık çanak çömlek parçaları üstünde sunardım bu yenmeyecek şeyleri. Vakit ikindiye yaklaşırken bir heyecan basardı, zira hava biraz serinleyip güneş yerini gölgelere bırakınca “Fesleğen”e su verilirdi, kaçırılmayacak bir seyirlikti benim için.
“Fesleğen” ortalama bir oda büyüklüğünde kaba betondan bir havuzdu. Teyzenin bahçesinin kocaman ahşap kapısının tam karşısındaydı. Havuzun yanında bekçi kulübesi boyutundaki bina Fesleğen bekçisi Hüsam’ın mekânıydı. Akşam beş dedi mi vanayı açar, Fesleğen’e su verirdi. Normal boyda bir insanın dizlerine gelecek kadar bir derinliği vardı suyun. Vananın açılacağı saati bilen mahalle kadınları, koltuk altlarında kirli çamaşır bohçaları, ellerinde tokaçlar öbek öbek görünürlerdi sokağın başından ve benim için şenlik başlardı.
Hüsam, havuz yeterli miktarda suyla dolunca vanayı kapatır, sandalyesine yerleşir, kadınlara arkasını döner ve bir sigara yakardı. Şalvarlarının paçalarını dizlerinin üstüne kadar sıvamış, başlarına yemenilerini gelişigüzel dolamış kadınlar adeta bir kabul günündeymiş gibi neşeyle çamaşırlarını yıkamaya başlarlardı. Tokaç seslerine sohbetler karışır, kahkahalar, küfürler, ortalıkta fazla koşturan çocuklara azarlar havada uçuşurdu. Hüsam’ın varlığını bile unutan kadınlar bazen coşar bir türkü tutturur, kimi zaman açık saçık bir fıkrayı tülbentleriyle ağızlarını kapatıp kıs kıs gülerek anlatırlardı. Havayı sabun kokusu sarar, küçük çocuklar baloncukları yakalamak için birbiriyle yarışır, normal şartlarda eziyet olan çamaşır yıkama olayı kalabalıkla yapılınca eğlenceye dönerdi.
Taşraya tatile gelen ben kadınların neşesine imrenir, fesleğene dalıp tokaçla çamaşır yıkamamak için kendimi zor tutardım. Her ikindi tekrarlanan bu olay şehirli küçük kız için doyumsuz bir göz şenliği idi.
Yıllar sonra gittiğim Niğde beni büyük çaplı bir hayal kırıklığına uğratacaktı. Teyzenin o muhteşem bahçesinden bırak dikili ağacı, bir yaban otu bile kalmamıştı, arazinin yerinde ağaç yerine beton bloklar boy vermişti. O bloklardan birindeki eve gidecektik kalmaya, bindiğimiz taksiye adresi nasıl anlatacağımı bilememiş, “Hani Fesleğen vardı ya?” demiştim. Şoförün cevabı “Fesleğen bütün çiçekçilerde var hanım abla.” olmuştu, o da bitki sanmıştı çocukluğumun eğlence havuzunu…
Görüntü: Yeşilçam’dan bir an.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Neden havuza “Fesleğen” deniliyordu tam anlayamadım ama o kadar canlı anlatmışsınız ki kadınların görüntüsü tüm detaylarıyla canlanıverdi zihnimde.
Bu ismin verilme nedenini bilmiyorum, çocuktum sebebini sormayı akıl edemedim, ilginç aslında, bir anlamı vardır mutlaka suyla ilgili. Güzel sözlerinize çok teşekkürler…
Nurşen
Üslubunuz çok etkileyici. Sesleri, kokuları hissettim.
Çok teşekkürler…
Nurşen Güllüoğlu