“12 Eylül 1980 Askeri Darbesi” dönemiydi. Kartal Endüstri Meslek Lisesi’nde öğretmendim. Beş öğrencimiz, gece vakti, aralarından birinin babasına ait inşaatta 12 Eylül karşıtı pankart yazarken suçüstü yakalanmış, sorgularında okulda etkilendikleri, sevdikleri altı öğretmen arasında -sağ olsunlar- benim de adımı anmışlardı! 10 gün Maltepe Tugay Komutanlığı’nda sorgulandıktan sonra Selimiye Kışlası’na götürüldüm.
Genel adı “Kadınlar Koğuşu” olan bölümde uzun ve genişçe bir koridorda yan yana dizilmiş altı oda tutuklulara ayrılmıştı. Koridorun sonundaki gözaltı odası, bu altı oda ile “L” harfi düzeni oluşturduğu için gözetim koğuşundan baktığınızda tutuklu koğuşlarının tümünün kapılarını görebiliyordunuz.
Şüpheli, kolluk kuvvetlerince Selimiye’ye getirilince önce gözetim odasına alınıyordu. Önceden 12 gün olan gözetim süresi, sıkıyönetim ilan edildikten sonra 90 güne çıkarılmıştı. Bu, aslında başlı başına bir cezaydı. Hiç suçunuz olmasa da 90 gün hapiste tutuluyordunuz. Olağan hallerde beraat ettiğinizde haksız yere tutulduğunuz gözaltı süresi için tazminat davası açılabiliyorsunuz ama olağanüstü hallerde bu mümkün değildi.
Gözaltına alınacağımı öğrendiğimde biri altı, biri bir yaşında; biri kızamık, biri kabakulak olmuş iki oğlumu doktora götürmüş, ilaçlarını almış Yalova’daki anne ve babamın yanına bırakmış, o dönemdeki pek çok kişi gibi sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmıştım.
Selimiye’ye götürüldüğümde vakit akşamdı. Gözetim koğuşunda, Birinci Şube’de silahlı bir gizli örgütün üyesi oldukları gerekçesiyle uzunca bir süre işkence görmüş çok endişeli ve bitkin üç gencecik kadın, sokağa çıkma yasağını ihlal ettikleri için Beyoğlu’ndan getirilmiş iki çok neşeli, çok frapan giyimli genç kadın, faturalarda sahtecilik yaptığı gerekçesiyle getirilmiş küresel bir çikolata şirketinin muhasebe müdürü kibar, şaşkın, aşırı kaygılı orta yaşlı bir kadın ve bir de 32 yaşında öğretmen ben, yedi kişiydik. Koğuşta 10 ranza vardı. Birinin üst katını seçip yatağın üstüne oturdum.
Biraz sonra bizimki dahil bütün koğuşların kapıları gürültülü bir şekilde açıldı, yemek saatiydi, koridora çıkılacaktı.
Birden tutuklu koğuşlarından slogan sesleri yükselmeye başladı:
Kahrolsun cunta, kahrolsun faşizm!…
Aynı anda ellerinde silahlarıyla askerler doluştu içeri, tutukluları dipçikleyerek yemek masalarına itekliyor, yemeğe zorluyorlardı. Onlar da direniyor, sloganlarını söylemeye devam ediyordu. İçlerinden biri öne çıkıp kısa bir bildiri okudu, tutukevindeki baskıları protesto için yemek boykotuna başladıklarını açıkladı.
Gözaltı koğuşundaki acemiler olarak biz, açık kapıdan olup biteni şaşkınlıkla izliyorken birden bizim koğuşa da bir hışımla askerler doluştu. Sonradan cezaevinin müdürü olduğunu öğrendiğim yüzbaşı (belki de binbaşı), doğrudan benim bulunduğum ranzanın yanına gelip doğrudan bana “Haydi yemeğe!” emrini verdi. Bir an duraksadım, “Yemeyeceğim!” dedim. “Sen de mi boykota katılıyorsun? Eğer yemezsen buraya geliş nedenin serbest bırakılmanı gerektirse de seni tutuklatırım!” dedi. Zordu karar vermek… Yumuşak bir sesle “Bu gençlerin ne istediğini, haklı olup olmadıklarını bilmiyorum; ama ben öğretmenim, öğrencim yaşındaki bu gencecik insanlar aç dururken onların önünde yemek yiyemem, boğazımdan geçmez, yemeyeceğim…” dedim. Şaşırdı adam, ne diyeceğini bilemedi, geldiği gibi hışımla çıktı gitti, öteki koğuşlarda daha önemli işleri vardı.
Koğuş kapıları kilitlendi. Biz dışarıyı göremez olduk. Kaygıyla dışardan gelen sesleri dinleyerek oturduk. Askerler koridorda nöbete durdu…
O zamanlar henüz açlık grevleri, ölüm oruçları yoktu. Eylem, okullarda yemekleri beğenmeyen öğrencilerin yaptığı boykota benziyordu. Boykot süresince yemek saatlerinde gözetim koğuşu dışındaki koğuşların kapısı açılmadı ve tutuklulara kantinden hiçbir şey alınmadı.
Sonra cezaevi yönetimi, her koğuştan bir temsilci çağırarak tutukluların isteklerini öğrenmek için bir toplantı yaptı. Cezaevi yönetimi böyle demokratik bir tavır ortaya koyduğu için tutuklular boykotu bitirdi.
Boykotun bittiği gün tutuklu koğuşlarından birinden yatak odası sesiyle bir çağrı geldi kulağımıza:
-Simitçiii komutaan! Bakar mısın? Bize simit al…
Bu iki sözcüğün yan yana kullanılmasına akıl erdirememiştim, hem simitçi hem de komutan!
Meğer Sıkıyönetim Yasası’na göre erler, gözaltındakilerin ve tutukluların komutanı sayılıyormuş. Şüpheliler ve tutuklular erlere “komutanım” diye seslenmek zorundaymış.
Çoğu üniversite öğrencisi genç kadınlar, hem bu saçma, komik kurala uymanın hem de onunla dalga geçmenin yolunu bulmuş, erlere görev adlarının yanına ekledikleri “komutan” sözcüğüyle birlikte sesleniyorlardı:
-Kantinci komutaaan!
-Mektupçu komutaaan!
-Revirci komutaaan!
-Yemekçi komutaan!
Garibim Anadolu çocuğu erler bunca genç, eğitimli kadının arasında yeterince şaşkın, haddinden fazla utangaç, görevlerini yapmaya çalışıyorlar; sanırım kendilerini pek de komutan gibi duyumsamıyorlardı.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Gulsum bizim devrenin(66/67 ortakoy) gurur duydugumuz kalemi kuvvetli mezunudur.Kalemine saglik cok guzel anlatmissin.Basarilar,sevgiler.Bu gibi acilarin yasanmamasi dilegimle.