Üç Apartman
Benim büyüdüğüm mahalle İstanbul’un dışındaydı biraz, yani İstanbul deniyor hâlâ, ama uzak bir köşesi şehrin. İsmini vermeyeyim, semtler isimleriyle anılınca işin içine başka şeyler giriyor, zihinlerde önyargılar beliriyor. İşçiler oturuyor ama burada ağırlıkla. Evet, düşünüyorum da, hemen herkes işçiydi. Üç apartmandan oluşan bu küçük mahallede, 1980’lerde çalışan kadın hiç yok, erkeklerin kimi taşımacılık yapar, araba tamircileri var. Tekstilde çalışanlar var ama onlardan bazıları kendi işlerinin sahipleri, küçük ölçekli işletmeler bunlar. Kimse belirgin biçimde zengin ya da yoksul değil kısaca. Almancılar var bir de, kesin dönüş yapmışlar memlekete, mobilyaları değişik bu evlerin, belki kılıklar da farklı biraz.
Yapı stokundan bahsedeyim bir de. Bu semtte 1950’lerde yapılmış bahçeli, müstakil evler var tek tük, hâlâ. Bazılarının büyük bahçeleri zamanla küçük korulara dönüşmüş. Köşkler kalmış bir de aralarda, daha da eskilerden, “bilmemkimin köşkü” diyorlar, iki katlı bunların çoğu. Bu evlerin sahipleri gitmiş çoktan. Mesela bunlardan birine özel bir klinik açmışlardı. Büyük bir ev, büyük kapılar, geniş odalar, uzun koridorlar… Birkaç defa gittik buraya test, tahlil gibi işler için.
Köşkler, müstakil evler yıkılıyor tek tek, yerlerine apartmanlar yapılıyor: Üç katlı, geniş balkonlu, pencereleri krem rengi panjurlu apartmanlar. Su kesiliyor bir de, üçüncü katlara su nadiren çıkıyor. Herhalde mahallenin günlük yaşamını belirleyen en belirgin mesele su kesintileri. Suyun bol aktığı vakitlerde kadınlar hortumla su tutuyorlar pencerelerin panjurlarına akşamüstleri; ikinci kattan kirli sular boşalıyor birden aşağıda oynayan çocukların üstüne.
Çocuklar var, varız yani. Kaç kişiyiz? Altı arkadaşımın adını rahatlıkla sayabiliyorum hâlâ, hepsi kız. Kavga dövüş, itiş kakış, küserek barışarak bu sakin, olaysız mahallede büyüyoruz. Annelerimiz arkadaş, babalarımız görüşüyor, aynı okullara gidiyoruz, benzer şeyler giyiyoruz. Apartmanların dizildiği ana caddeden karşıya geçip karşı apartmanların bahçesine gittiğimizde güçlü bir yabancılık duygusu oluşuyor, başka memlekete gitmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Güvendeyiz yani bu üç apartmanın arasında. Yetişkinlerin dünyalarında olup bitenlere uzaktan şahitlik ederek, yavaş yavaş öğrenerek hayatı büyüyoruz.
Bu anlattığım zamanlarda dokuz gibiymiş yaşımız. Bir sabah mahalleye gelen bir haberle bozuldu bu kendi akışındaki sakin yaşam. Hayatın tekinsizliği çarptı yüzümüze. İçimizden birinin babası öldü. Ölüm haberi geldi daha doğrusu. Libya’ya gitmişti babası onun, inşaat işçisi olarak. Seneden emin olmak için Türkiye’nin ne zamanlar Libya’ya işçi yolladığına baktım şimdi bunu yazarken, kaynak doğruysa 1984 tarihini buldum. Hesap doğru, yaşımız sekiz, dokuz olacak.
Yirmi dört gün sürdü İstanbul’a ulaşması naaşın. Müthiş bir ağırlık çöktü evlere. Nasıl gelecek, nasıl olacak, ne durumda gelecek? Hep bu konuşuluyor. Babası ölen arkadaşımız çıkmıyor evinden. Birleştik, ona gitmeye karar verdik bir gün, görmek istiyoruz onu. Birisi gördü bizi yolda, nereye gittiğimizi sordu. Dedik, “Sinem’e geçmiş olsun”a gidiyoruz. “Kim hasta ki?” dedi, dedik “Hasta değil, babası öldü ya!” “Baş sağlığı dileyeceksiniz…” dedi bize, “Ölenin ardından baş sağlığı dilenir, hastaysa geçmiş olsun.” Dört çocuktuk o an, merdivenlerini çıkmak üzere olduğumuz apartmanın kapısı önünde kalakaldık. Az kalsın çok büyük bir hata yapıyorduk! Çaldığımız kapıyı Sinem açtı.
Sinem bembeyaz tenli bir kız, annesi gibi kızıl saçlı, çilleri var yüzünde. Her zamankinden beyazdı sanki, kâğıt gibiydi yüzü. Gülümsemedi bizi görünce, biraz şaşkınlık, sessizlik. Dedik, “Başın sağ olsun.” “Niçin?” dedi. Yine bir sessizlik, birbirimize bakıyoruz. Nasıl niçin? Başsağlığı da mı yanlıştı, neydi doğrusu o zaman? Ne yapacağız şimdi? İçimizden biri dedi ki, “İşte baban öldü ya!” “Hayır” dedi Sinem, eli kapının kolunda, “Hayır benim babam ölmedi, herkes yanlış biliyor, yakında geri dönecek.” Apartmanın ışığı söndü o an. Biz karanlıkta kaldık, Sinem arkasından vuran pencere ışığının aydınlattığı kızıl saçlarıyla yüzü de seçilemez bir halde, “Gidin buradan…” dedi, “Gidin, babam ölmedi.”
Derhal gittik. Yani koşarak gittik herhalde. Babası ölen çocukların başka bir âlemde olduklarına hükmettik. Yani, mesela delirmek demedik buna, üzüntüden ne yapacağını şaşırmış da demedik. Dedik ki herhalde böyle oluyor bu iş, babası ölen böyle oluyor. Hayatı öğrenmek ne zor iş! İnsanı çarpan, hafızaya işleyen anlar var böyle.
Geldi naaş sonunda, tüm mahalle toplandı, mezarlığa gidildi, biz arkada kaldık. Sinem’e baktık cenaze günü hep, annesinin elinden tutmuştu, ağır ağır yürüdüler. İlerleyen günlerde de hep el ele görüyordum onları, çarşıya pazara gidiyorlar. İkisinin de saçlarının rengi o kadar akılda kalıcı bir kızıl ki! Büyük bir başta kısa kesilmiş kızıl saçlar ve onun hemen yanında küçük bir başı saran, bele kadar uzamış, arkadan sıkı sıkı örülmüş aynı renk saçlar. Bakıyordum hep arkalarından gördüğümde. Üzülüyordum, çok yalnız kalmış gibiydiler. Benim anlayamadığım türden bir yalnızlık. Benim babam da yoktu ama ölmüş değildi, arada geliyordu yanımıza.
Ara ara konuşuyoruz aramızda: Bundan sonra Sinem ile nasıl devam edeceğiz arkadaşlığımıza, babasının öldüğünü anladı mı, biliyor mu, tekrar söylemeli miyiz, yoksa hiç konuyu açmasak mı? Ne yapacağımızı bilemiyoruz, ama zaten Sinem de evden çıkmıyor hiç; okula da gitmiyor artık. Camdan bize baktığını görüyoruz sadece arada. El sallıyoruz, karşılık vermiyor.
Annesi cenazeden sonra bize geldi bir gün. Ümran Teyze, çok genç olmalı o zamanlar. Benim annemin yaşı 34 olacak ve annem çok yaşlandı diye üzülüyorum, buna enikonu üzülüyorum! Oysa Ümran Teyze de bu yaşlarda olmalı, ikisi de genç kadınlar.
Kahve içtiler annemle. Çalışmak zorunda olduğunu söyledi, iş arıyordu Ümran Teyze. Zaten mesleği varmış, Almanya’da bir tekstil fabrikasında çalışmış, benzer bir iş bakıyordu. Borç var ödenecek. Ümran Teyze de kızı gibi başka bir âlemdeydi sanki. Gözlerini çok seri biçimde kırpıştırmak gibi bir huyu vardı, sık sık yapıyordu bunu. Ağır ağır, tane tane konuşan, gülüşü, kahkahası bile sessiz, sakin yaradılışlı bir kadın.
Bu küçük mahallede Ümran Teyze’ye iş bulmayı iş edindi insanlar. Sağa sola haberler salındı, sonunda bir trikotaj atölyesinde bulundu iş. Ama kısa sürede ayrıldı bu işten Ümran Teyze. İkinci bir iş, onda da birkaç ay kaldı. Üçüncü bir iş… Sonunda şu konuşuldu: Rahat bırakmıyorlardı adamlar Ümran Teyze’yi. Çalışmana gerek yok diyorlarmış, gel sana ev açayım, dostum ol.
Bu dost kelimesi çok tuhaf geliyordu bana. Dost olmak için neden ev açılıyor? Soruyordum bunu, geçiştiriyorlardı beni: “Dur şimdi kızım.” Eliyle de uzaklaştırıyordu annem beni böyle anlarda. Kavramaya çalışıyordum. Var burada da bir tekinsizlik, ama ne?
Kadınlar bir araya geldiklerinde sık sık açılıyor konu:
-Yok rahat bırakmayacaklar kadını, ama ne yapsın?
-Çalışmak zorunda, hep iş mi değiştirecek, yok mu güvenilir bir yer?
Annem dert edindi bunu, sürekli soruyor, soruşturuyor.
-Yok mu trikotaj atölyesi olan bir kadın patron?
Yok!
Ümran Teyze, İstanbul’un çok uzak bir yerinde bir tekstil fabrikasında işe başlıyor ve birinden de yardım istiyor bir noktada . Bana bu yazıyı yazdıran bir kadından. Annesi Hediye Teyze’den.
Karşılaşma
Bizim mahallede apartmanların arasında oyun oynanabilecek aralar, alçak duvarlar var. Duvarlara top atıyoruz, lastik oyunuyoruz, toplar, taşlar, seksekler… Bir sabah bakkala giderken önümdeki seksekten zıplayarak ilerliyordum. Biri dikildi önümde. Başımı kaldırıp baktım ve kalakaldım, gözlerim fal taşı gibi açılmış olmalı. Dilim tutuldu. Karşımda sonradan Sürmene’ye has olduğunu öğreneceğim giysiler içinde, uzun boylu, yaşlı bir kadın duruyor. Sahiden yaşlı, bembeyaz saçları görünüyor başına sardığı örtülerin altından, yüzü çizgiler içinde. Küçük mavi renkte gözleri var. Başındaki örtüler, cepkeni, beline sardığı kumaşlar, çivit mavisi eteği, eteğin altında poturu, kalın çorapları, botları ile masallardan gelmiş gibi bir kadın. Hediye Teyze hep bu kıyafetleriyle dolaştığı için tüm bu ayrıntıları rahatlıkla hatırlıyorum. Ben Karadeniz’i bilmem, aramızdaki Sürmeneliler gelsin anlatsın bize bu yerel giysileri, adlarını.
Sekseğin üstünde birbirimize bakıyoruz. O bana sert sert bakıyor ve çok geçmeden soruyor:
-Senin adın nedir?
-Ki.. Ki.. Kiraz, demiş olmalıyım.
Nerede oturduğumu sordu, parmağımla gösterdim:
-Şurada.
Kimin kızı olduğumu sordu, hemen annemin adını söyledim.
Yani öyle bir durum, karşılaşma ki bu ne sorsa derhal cevap vereceğim. Hiç böyle birini görmedim hayatımda. Kim bu hem? Ben de sormak istiyorum, ama soramıyorum.
-Sen kimsin peki? Neden böyle giyindin? Halk oyunları ekibinden misin? Biraz yaşın var yalnız, hem hangi yöre bu?
Hediye Teyze’nin bana soru sormak için kullandığı her kelimeyi de Sürmene şivesinde duyun siz. Sorular basit olunca anlıyordum, ama sonra başka bir sesler duyuyor, onları hiç anlayamıyordum. Tekrarlamadı o da. Bakkaldan korkarak geri döndüm. Orada mıydı acaba hâlâ? Oradaydı ve aylarca da o apartmanların aralarında, bizim oyunlar oynadığımız bahçelerde iki elini arkada kavuşturarak yavaş yavaş yürüdü hep. Kolaçan eder gibi etrafı, kim var kim yok bilmek ister, kendini gösterir gibi.
Hediye Teyze’yi herkes kısa sürede tanıdı. Ümran Teyze’nin Sürmene’den gelen annesi. Kızı yalnız kalmasın diye evini, bağını, bahçesini bırakmış İstanbul’a gelmiş, bunları anlatıyorlar. Ne yapıyor ama Hediye Teyze nasıl yardım ediyor, destek oluyor kızına? Neler oluyor?
Her gördüğümde müthiş korkuyorum Hediye Teyze’den. Kıyafetlerinin cazibesine kapılacak gibi olduğum anlar oluyor, uzun uzun bakmak, seyretmek istiyorum onu, ama başını çevirip mavi gözleriyle bana baktığında onu gördüğüm ilk andaki tutulmaya benzeyen bir şey yaşıyorum. Bilmiyorum ne diyeceğimi, derhal kaçıyorum. Belki zamanla olacak aramız, ben de seveceğim onu, fakat Hediye Teyze’nin üstünde taşıdığı bir küçük eşyası, mümkün olabilecek bu sevgiye çok ağır bir darbe indiriyor bir gün. Hediye Teyze’nin tabancası varmış belinde.
Ne?
Tabanca mı?
Neden?
Bunu bana kim söylüyor bilmiyorum ama bahçede gezdiği bir gün, uzaktan bakınca ben de görüyorum çivit mavisi eteğinin beline sarındığı kumaşların arasından görünen kabzayı. Siyah bir metal, eskimiş, biraz yolunmuş köşeleri var.
Şimdi bu tabanca müthiş huzur kaçıran bir ayrıntı benim için. Bir kadın, yaşlı bir kadın neden üzerinde tabanca taşıyor? Benim gibi korkmuyor mu diğerleri de? Yetişkinler belki benim kadar korkmuyordur ama yine de çok büyük bir tuhaflık yok mu bunda? Yaşadığım korkunun hızla derinleşmesine neden olan bir şey oluyor arada: Hediye Teyze en yakın arkadaş olarak kendisine annemi seçiyor. İyi de bir nedeni var kendince, bunu uluorta söylüyor. Annem babaları olmadan üç kız yetiştiriyor. “Erkek gibi kadınsın!” diyor ha bire anneme. Annem de ona gülümsüyor, evimize davet ediyor onu, araları iyi, pişti oynuyorlar bazen. Onlar yakınlaştıkça, akşamüstü çaylar içildikçe, sohbetler uzadıkça korkularım derinleşiyor. Hediye Teyze’nin bir gün anneme de bir tabanca hediye etme ihtimali bence giderek kuvvetleniyor. Var gücümle düşünüyorum: Hediye Teyze kızı yalnız kalmasın diye kalktı geldi ta Sürmene’den. Ama sadece evde yalnız kalıp korkmasın diye değil, kızını korumak da istiyor. Bu yüzden bizim mahallede volta atıyor, belinde tabancası görünüyor ortalarda, gözdağı veriyor etrafa. Ümran Teyze’nin kocası öldü, evlerinde bir erkek yok. Taşlar yerine oturuyor kafamda yavaş yavaş. Benim de babam yok, benim annem de tabanca taşıyabilir ve ona bunu kimin vereceği de çok ortada: Hediye Teyze!
Şimdi burada biraz durup nefes alalım.
Çocukların içine düşen korkuların kaynağını bilemiyor büyükler çoğunlukla. Aynı çocuklar büyüdüklerinde, bir ipin ucunu tutup geriye doğru sarsalar, sarabilseler bile bulamıyorlar her zaman korkuların kaynağını. Ben, bana bunları yazdıran Hediye Teyze ve tabancası sayesinde bilebiliyorum, çünkü hatırlıyorum bu korkuyu da, kaynağını da. Yıllardır zihnimin bir kıyısında düşünmüş durmuşum: Neden yaşlı bir kadın belinde silahla geziyordu mahallemizde, neden birden ortaya çıkmıştı ve neden sonunda mahalleden taşınmışlardı, başka bir semte de değil, başka bir şehre? Soruyorum tanıyanlara, Hediye Teyze’yi hatırlayanlara.
Hatırlayanlar
“Yan yan sigara içerdi.” diyordu birisi.
Nasıl yan yan?
Bir dirseğini de dizine koyardı, yan otururdu öyle içerdi sigarasını. Gümüş bir tabakası vardı hatta, içinde sarma sigaraları. Sonra İstanbul’a gelince Bafra içmeye başladı. Kumaş mendilleri vardı, bordo ceketinin cebinde taşırdı…Özlüyordu Sürmene’yi herhalde, bizim bahçelerin kenar köşelerinde kendi kendilerine biten otlara, çiçeklere bakıyordu volta atmadığı zamanlar. Boylu boyunca şimşirlerle kaplandı o duvar dipleri, baktı büyüttü çiçekleri. Bizim apartmanın önünde fotoğrafçı vardı, onun önünde oturur gelene geçene bakardı.
Bir başkası:
Beni erkek gibi kızsın diye severdi; başımı öne eğer yürür, hiç etrafa bakmazmışım; “Çok yiğit kızsın.” diyordu bana. Bana da demiyordu, anneme dönüp “Ha bunu nasıl yetiştirdin? Aferin sana!” diyordu. Karadeniz’i anlatıyordu bir de hep. Sürmene’yi de değil sadece, tüm Karadeniz’i, dereler, dağlar, deniz.
Başka biri:
Eteğin içine cep dikmiş, yandan sokuyordu tabancayı, anlatırken hemen koyuyordu kenara, “Ha bak burda.” derdi. İftihar ediyordu silahıyla. “Erkek gibi kadınım, kadın olarak evlendim, ana oldum, sonra erkek oldum ben.’ diyordu. “Kadınlığımı unuttum.” diyordu.
Ben bu yazıyı yazarken Şenlik’in diğer editörü Senem Esen bana sordu: “Kullanır mıydı tabancasını acaba, göstermelik mi taşıyordu?”
Bilmiyordum bunun cevabını. Benim için karşıma çıktığı an yaşamaya başlamış biriydi Hediye Teyze, hayatının öncesini de, sonrası gibi bilmiyordum. Tabanca ise zaten üzerine asla düşünmek istemediğim bir ayrıntıydı. Bu sorunun cevabını da, onun en yakın arkadaşlarından birinden, annemden aldım. Hiç tereddütsüz verdi yanıtını bu sorunun:
Tabii, evet kullanırdı, boş yere taşımıyordu onu. Hediye Teyze kendi kocasından boşanmış biriydi. Sürmene’de yani, çok eski olay. Ama tuhaf biçimde aynı evde yaşamaya devam ediyorlar, hem de yirmi yıl. Ayrı yollardan para kazanmışlar, aynı mutfakta ayrı zamanlarda yemek pişirip birbirlerinin yüzlerine bakmadan ayrı odalarda yirmi seneyi geçiriyorlar. O tabanca boşandığı eşine karşı alınmış zaten, eskiden beri taşıyormuş, İstanbul’a gelince değil yani.
Cebin köşesinden gördüğüm köşelerini hatırlıyorum tabancanın annem bunu deyince: Eskimiş, metali köşelerden soyulmuş bir silah. Kendini korumak isteyen bir kadının cebinde yıllarını geçirmiş. Hediye Teyze’nin de geçmişinde tabii ki onu rahat bırakmayan adam, adamlar, durumlar, koca bir hayat vardı çünkü.
Kızını korumak için bilmediği bir şehre, belki apar topar gelen bir kadın, neden bilmediği bir sokakta volta atsın? Ait olmadığı bir yerde tehdit yaratmaya çalışsın? Şimdi anlıyorum, tabancaya, voltaya, üstü açık, kapalı gözdağlarına rağmen mümkün olmadı o sakin, “güvenli”, içinde benim gibi çocukların etraflarında olanları, anlayarak, anlamayarak büyüdüğü mahallede yaşamak. Belki oradan biriydi, o apartmanlardan bir adamdı Ümran Teyze’nin annesini yanına çağırmasına neden olan. Belki doğrudan, yakınından birinin tacizine uğramıştı. Kendisi de dahil herkesin korktuğu annesinden cümle alemin, tüm adamların çekineceğini biliyordu, buydu planı. Biraz işe yaradı, biraz yaramadı belli ki bu plan. Başka bir şehre taşındılar. Ümran Teyze hiç evlenmedi bir daha, emekliliğine kadar çalıştı, büyüttü, okuttu kızını. Hediye Teyze’nin de bu taşınmanın ardından geri döndüğünü duyduk, daha uzun boylu yapamamıştı şehirlerde. Karadeniz’e, Sürmene’ye evine gitmişti, belli ki arkasında hikâyeler bırakarak.
Fotoğraf Kiraz Akın, üç apartmandan birinin kapısı.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Sanki bir roman okudum. Hani “bitmese keşke” dediklerimizden bir roman. Sevgili Kiraz, alışılmış dışında anlatımın, bu kadar mı etkiler insanı. Konu ise, şekil dğiştirse bile bu gün hala nasıl taze. Sağ ol yazdığın için.
Yeni okuyabildim Kiraz, güzel bir format olmuş:) Eline sağlık