Londra’dayım. Çoluk, çocuk, koca olmadan çok uzun zaman sonra ilk kez, kız kardeşimin sponsorluğunda, bir başıma avare avare geziyor, yürüdüğüm caddelerde gelene geçene, havaya karaya, otobüse yollara baka baka salınıyorum. Nereye gittiğimi bilmiyorum, yol götürüyor. Kalabalıkların arasına karışmış, görünmez bir pelerinle yürür gibiyim. Sanki onlar beni göremiyor, ben her şeyin farkındayım ya da onlar yolları biliyor da ben hiçbir şeyin farkında değilim. Ama nasıl rahat, nasıl mesudum!
Rahatım rahat olmasına da trafiğin akışı beni tedirgin ediyor bir yandan. Sağa sola bakma işi çok karışık. Karşıdan karşıya geçmek istesen, karşı o bildiğin karşı gibi değil, bugüne kadar trafikle ilgili ne öğendiysem orada tersi işliyor. Fakat neyse ki benim gibi şaşkınlar için yerlere yazmışlar, kafanı eğip yere bakarsan görüyorsun:
“Hey avanak, sağa bak!“
Soldan akan trafıkten yorulup geniş bir parkın önündeki banka oturuyorum. Önümden insanlar geçiyor; turistler, yerliler, şortlular, tayyörlüler, gençler, yaşlılar… Sağ sol tedirginliğim sürüyor, öyle ki otururken bile “Acaba sola bakabilir miyim?” diye geçiyor aklımdan. “Tabii ki şaşkın, bankta otururken sola bakmak serbest.” diyor kafamdaki İngiliz polisi. Ben de o rahatlıkla kafamı sağa sola çevirmeye başlıyorum, gördüklerimi yazmak için not defterimi çıkarıyorum. Telefon kullanmıyorum çünkü o eski şey sadece acil durumlar için yanımda. Zavallının havalı fotoğraflar çekecek dermanı yok. Zaten umurumda da değil, yaşadıklarımı fotoğraflamak değil zihnime kazımak istiyorum.
Öylece oturup etrafı seyrederken çok genç bir çift geçiyor önümden, bir kadın ve bir erkek. Görünüşlerinden Rus olduklarını düşünüyorum. Erkek kızgın kızgın konuşuyor. Rusça bilmeye gerek yok, herkes o Rusçayı anlayabilir. Kadın ağzının içinde sessizce mırıldanıyor. İyi duymaya gerek yok, bütün kadınlar o mırıltıları tahmin edebilir. Kafamı eğip bakmamayı denerken tam o an, saniyelik bir hareket oluyor ve donup kalıyorum. Genç erkek, kadının kafasına yumruk atıyor. Tepeler gibi, çivi çakar gibi bir yumruk! Ve aynı hızla “Vınn!“ diyip uzaklaşıyor. Birkaç saniye içinde oluyor her şey. Kadın ağlamaya başlıyor ve yine birkaç saniye içinde erkeğin peşinden seyirtiyor. Ben dağılıyorum. “İnşallah o adamın eli de kırılıp dağılsın!“ diye ileniyorum içimden.
O sinir bozukluğuyla kafamı sağa çevirmiş içimden saydırırken bu sefer ellili yaşlarda bir çiftin belki bin kez sil baştan yaptıkları, belki de ilk kez yaşadıkları bir aşk oyununa tanık oluyorum. Üç dört metre ötemdeki çimenlerde oturuyorlar. Ağzımdaki o buruk tatla biraz da küçümseyerek isimler takıyorum onlara. Olgun aşk, kel aşk, göbekli aşk, tayyörlü aşk… Arada sıkılıp başka yerlere de bakıyorum ama onlar dakikalarca sarmaş dolaş önlerindeki güvercinlere bakarak birbirlerinin ceketlerini okşamaya devam ediyorlar. Defterime eğilip not alıyorum:
“Acaba ceketli aşkın başına neler gelecek?“
Ayağa kalkıp sarılıyorlar, adımlarını birbirlerine uydurmak için şakalaşıp gülüşüyorlar. (Bilirsiniz yılan gibi dolanınca düşmemek için aynı adımları atmak gerekir.) Deftere “Dolambaçlı aşk” diye ek yapıyorum ve sayfayı çeviriyorum.
Onlar uzaklaşırken “Artık yeter!” diyorum, bu kadar aşk içimi bunaltıyor. Oturduğum yerden kalkıp yolun beni götüreceği yere doğru yöneliyorum. Sonra bir an yapayalnız olduğumu hatırlayıp aşksız da ne kadar mutlu olunduğunu fark ediyorum; nerdeyse sarılıp kendimi öpeceğim.
Sağ sol meselesi ile tekrar tedirgin olsam da arada kafamı eğip yerdeki yazılara baktıkça kendimi güvende hissediyorum: Hey avanak, sağa bak!
Görüntü,, Londra’dan bir duvar resmi, Pixabay.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
“Nasıl Rahat, Nasıl Mesudum!&rdquo için 1 yorum