Zor bela hindilerle kazları atlatıyorum. Her gün aynı, her gün aynı terane… Hep sayıp sövüyorum. Tükürüklü Hatça’nın hindileri, gümüş kemerli Azeri teyzenin kazları… Dolmuştan iner inmez başlıyorlar kovalamaya beni. Kan ter içinde, sırtımda külçe gibi ağır çantayla bizim sokağa dönüyorum. Dönünce bırakıyorlar peşimi. Kim bilir kaç kitap taşıyorum çantamda; okulu ayrı, dershanesi ayrı. Bazen, beni kurtarmaya babaannem geliyor bastonu elinde, ama bellemişler beni, kurtuluşum yok.
Hindilerle kazları henüz atlatmışken Elo’yu görüyorum sokağın diğer köşesinde. Nasıl denk getirmişse dönüş saatime, devrile devrile geliyor bana doğru. Bir beladan kurtulup diğer belaya yakalanıyor gibiyim! Çene altından bağladığı çarşafa benzeyen kara bir örtü içinde kocaman gözlerini, kıpkırmızı hatta mora dönmüş yanaklarını görüyorum. Daha yanıma varmadan başlıyor bağırmaya, öyle böyle değil, öfkeden köpürmüş, sanırsın dövecek beni. Zaten canım burnumda.
Aklımdan geçiriyorum hızlıca, daha geçenlerde onlardaydım, çok gülüp eğlenmiştik. “Ne yapmış olabilirim ki?”
“Hep senin yüzünden, sen akıl veriyorsun, yol gösteriyorsun bu kıza. Nasıl yaparsın, nasıl karışırsın bize?” diye lafa başlıyor. Konuşmama, sormama izin vermiyor Elo. Ağzına ne gelirse söylüyor, korkudan ne dediğini anlayamıyorum bile.
“Bu sabah takip ettim. Sizin bahçeye girdi, arkaya dolandı. Uzun eteğiyle girdi, pantolonla çıktı. Meğer eteğin altına pantolonunu giymiş, eteği sıyırmış çantasına atmış.”
“Elo, kim, kim, Tuba mı?” diyorum.
“Sen yol gösteriyorsun. Neden kızım, neden? Bilmiyor musun bizi. Sizin gibi değiliz…”
“Biz nasılmışız Elo?” diyebiliyorum o bağrışın arasında.
Ardından babaannemin balkonda bizi dinlediğini fark ediyorum. Söze girmeye çalışıyor ama Elo’yu durdurmak ne mümkün. Konuşacak dermanı kalmayınca su istiyor Elo; bayılacak, eli ayağı zangır zangır titriyor.
Babaannem su getiriyor. Elo su içerken anlatmaya başlıyor babaanem:
“Sabah bizim çocuklar çıkınca geldi Tuba. Yetişemedim, arka odanın penceresinden sordum. ‘Mari, mari Tuba, ne ararsın burada? Kimsecikler yok, hepsi çıktı.’ Tuba da ‘Nene erikler olmuş mu diye bakmaya geldim, canım istedi.’ dedi. ‘Sormadan arka bahçeye geçme, hırsız sanarım, korkutursun bak beni.’ dedim.”
Elo oturarak su içer, elini başına koyar.
Elo suyu içmesine içiyor ama eli kalıyor başında.
Susuyor, önüne bakıyor.
Ben de “Elo hiçbir şey bilmiyorum, neden böyle yaptı anlamadım. Bir haftadır görmedim Tuba’yı. Benim aklıma gelmez böyle şeyler, o benim arkadaşım ama kimseye karışmam ben. Sana hiç neden böyle giyindiğini sordum mu? Giyme dedim mi? Ama sen, bana hep söyledin… Bize karışan sensin. Her şeye karışan sensin.” diyebiliyorum.
Elo hemen fırlayıp oturduğu yerden “Allah’a emanet, artık kardeşimle görüşmene izin yok.” deyip gidiyor. Belki de Elo’yu son görüşüm bu oluyor.
Tuba meğer bizim bahçede, erik ağacının altında, pantolonun üstüne giydiği eteği çıkarıp öyle dershaneye gidiyormuş. Hiç kimse anlamamış, Elo onu takip edene kadar.
Elo’yu o gün ilk defa böyle görüyordum. Hep öfkeliydi hep söylenendi ama bu hâliyle daha önce hiç karşılaşmamıştım. Tuba da tam tersi çok neşeli, ortalık karıştırıp eğlence çıkarandı.
Tuba hep uzun kollu erkek yaka gömlek ve uzun çan etek giyerdi, renkleri ve desenleri değişirdi sadece. Eve gelince de mutfak önlüğünü takar, uyuyana kadar çıkarmazdı. Hiç işi bitmezdi Tuba’nın. Ödev yaparken bile önlüğü çıkarmazdı. Evlerde buluşmamız dışında hiçbir şeye izin vermezdi ailesi. Biz on dört, on beş yaşlarındaydık Elo da daha yirmilerinde. Annesinden çok, Elo karışırdı Tuba’ya. Arkadaşlarımın arasında en kısıtlanmışI Tuba olmasına rağmen en çok eğlenmeyi seven arkadaşım da oydu. Elo’nun ve ailesinin baskısından kaçmak için böyle bir yol bulmuştu. O da kızıyordu ablası Elo’ya, hayatı ona zehir ettiği için.
Görüntü: Camille Pissarro, 1894.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
“Erik Ağacı&rdquo için 1 yorum