2000+

Yol Haritası

Trakya’da, bir köy evinin avlusunda, hangi nedenle bilmem, hepimiz toplanmışız. 92 yaşında babanem, dört oğlunun, gelinlerinin, torunlarının ve hatta onların da çocuklarının bir araya gelmiş olmasından memnun, sundurmanın bir köşesine ilişmiş oturuyor. Yüzünde bir gülümseme etrafı seyrediyor, mutfağa girip çıkanlara kabın kacağın yerini söylüyor. “Keçi ayağı” dedikleri bir tür hamur işi yapmış kadınlar alelacele, karpuz kesilmiş. Keçi ayaklarını koydukları çini tabakları beğenmedi babanem, mutfağın kapısında duran yengeme, “Orada daha büyük tepsi vardı.” diyor. Yengem hazırlıklı buna: “Karpuzu kestik anne ona.“ dedi. “Hıı…” dedi babanem, “Siz daha iyi bilirsiniz.” O evin kadını babanem ama, onun evindeyiz, bilinsin istiyor bunu.

Avluda, üstüne asmanın sardırıldığı çardağın altında telaş var. Herhalde yirmi civarı insanız o gün orada. Her kafadan bir ses çıkıyor. Gün ilerliyor. Babanem oturduğu köşeden hiç kalkmıyor, arada gözüm kayıyor babaneme, seyrediyorum onu. Kına yaktığı, ama artık sadece uçları kırmızı olan saçları çıktı ortaya yemenisini düzeltirken bir ara. Laf attılar, “Anne saçlarını keselim.” dediler. Çözülmüş örgüsünü sıkılaştırdı, aceleyle büktü, topladı, iki ucunu bir biri üstüne bağladığı yemenisinin altına koydu, “İlişmeyin.” dedi.

Çaylar, kahveler taşınıyor çardağın altına, kadınlar mutfak, sundurma, avlu arasında mekik dokuyor, kadınların adımları evin her yerinde. O gün orada yerinden hiç kalkmayan iki kadın var: Biri babanem, diğeri ben. O yaşlılıktan bense üzüntüden, muaf tutuluyoruz işlerden.

Bir köşede sessiz sessiz oturuyorum, kimse ilişmiyor bana, istesem de ilişmeyecekler, biliyorum. Kafamın içinde büyük, yoğun bir sis var, her gördüğüm, her duyduğum bu sisin arasından geçip bana ulaşıyor, bazen ulaşmıyor bile galiba. Üçüncü defa ne olduğunu anlamadan bitivermiş hamileliğim, hastane odalarını, kanlı günleri henüz arkamda bırakmışım, ağrılarım var.

Sessizce alınmış, toplu bir karar var ortada yani, biliyorum. Biraz üzüntüme saygı, biraz ne diyeceğini bilmeme hali, “En iyisi yalnız bırakalım.” mı dediler,  ne dediler?

İlk hamileliğim yolunda gitmeyince geçmiş olsun dilendi, ikincide bazı yorumlar yaptılar: “Bilmemkim de kaç düşük yaptı ama bak şimdi boy boy çocuğu var.” Üçüncüde sanki konu kapandı, herkes unuttu beni.

Geçmiş olsun dilenmesine içerliyordum biraz. Düşük yapan ama sonra boy boy çocuk doğuran kadın için sevinemiyordum. İyiydi biraz unutulmak bu sefer. Bir odaya konmuştum ben sanki, ya da ben mi girmiştim gönüllü bu odaya? Pencereleri vardı odanın, ışık da alıyordu ama kapısını çalmıyordu kimse. Günler geçiyordu, toparlıyordum yavaş, çok yavaş. Önüme konan çayları hatırlıyorum, içmeyi hep unuttuğum çayları, konuşmalar kopuk kopuk.

Babanemi seyrettim o gün biraz, yüzünde bir gülümseme. Mutlu, memnun babanem. Hayatının 92. yılında, mutlak bir şekilde saygı görüyor etrafındakilerden. Gelinlerinden gördüğü biraz satıhta bir saygı yalnız. Dört gelini babanemi, önce birbirlerine ve biraz da başkalarına kötülemekten geri durmadılar hiç. Kayınvalideleri ile aralarında bir çatışma vardı hep.

Oturduğum yerde düşünüyorum babaneme bakarken. Onunla ilgili anlatılan öyle çok, öyle tuhaf, öyle taş gibi ağır hikâyeler, anılar var ki! Ben de aldım nasibimi bunlardan büyürken.

Düşünüyorum o gün ona bakarken, sahiden bizimle de hiç ilgilenmedi. Bir kere bile karşısına alıp sohbet etmedi bizimle, benimle etmedi yani. Gürültü yapıyoruz diye bizi kovalıyordu kapının önünden. Hep işi vardı, ev işi yapardı, ekmek yapardı, dikiş dikerdi, sökük onarırdı, tarlaya giderdi, yemek yapardı ama pek iyi bir aşçı değildi. Yengem diyor ki: “Onun bildiği tek yemek biber kızartma, tarhana çorbası.” Bir diğer yengem onun bir tilkiyi gözünü bile kırpmadan, tek kurşunla öldürdüğünü anlatmıştı bize, küçüktük. Bu “gözünü bile kırpmadan” ayrıntısı önemliydi. Yıllar sonra anladım, bu ek, masaldaki kötü karakterin kötülüğünü perçinlemek içindi. Günlerce babaneme baktığımı hatırlıyorum, kırpıyordu gözünü babanem arada bir, bizim gibi. Şaşırıyordum. Tavukları çalıyordu tilki, babanem o yüzden öldürmüştü onu, bir gece vakti, pusuya yatarak. Sadece bu bile babanemi sevmem için önümde yekpare büyük bir duvar gibi duruyordu.

Bir diğer yengem, onun çok gamsız biri olduğunu söyledi hep. Düğün olunca koşarak gidermiş, ama cenaze olunca hemen yan çizermiş. 90 yaşını geçmesinin nedenini bu “gamsızlığa” bağlıyorlar. Babam da onun zalim biri olduğunu söyledi bir defasında. Bir yandan anlamaya çalışıyordu annesini, çok işi vardı, köy yeriydi, neye yetişsindi, ama o da unutmuyordu annesinin acımasızlığıyla karşılaştığı anları ve bu anların sayısı az da değildi.

Böyle minik, dağınık bilgiler zamanla birikti, babanemle ilgili bir kanaat oluşturdu bende; başka tür kanıtlar da buldum galiba kendimce, pekişti her şey, resim oldu kafamda. Babanem iyi biri değil pek! Taş kalpli, gaddar bir kadın. Yine de, içten olmasa da, mutlak bir saygı görüyor etrafındakilerden, çünkü biraz korkutucu da biri. Erk sahibi, inatçı, dediğim dedik, önce kendine malik. Maviye boyamış evinin duvarlarını  geçen hafta. O gün avluda bu konuşuluyordu bir ara. “Hiç korkmadın mı düşüp bir yerini kırmaktan, tüm ev boyanır mı? Aşkolsun.” diyorlardı, yanıt veriyordu o gün: “Bilmem, bu maviyi sevdim, güzel olur dedim. Oldu da.” Belki de “Hiçbirinize ihtiyacım yok, ben işimi kendim yaparım.” mı diyor herkese? Seçtiği mavi de güzelmiş diyorum içimden, ben de sevdim aslında.

Akşamüstü, sonunda gitmeye karar veriyoruz. Herkes ayaklanıyor, uzun bir öpüşme, sarılma, vedalaşma faslı başlıyor. Herkese “Allahaısmarladık.” diyorum ben de, yine bir köşeye çekiliyorum, bekliyorum ki arabalara gideceğiz, sundurmadan çekileceğiz. Babaneme takılıyor gözüm, eliyle bir işaret yapıyor bana. “Bu tarafa gel” diyor, yanına çağırıyor beni. Ona doğru yürüyorum, aklımda hiçbir şey yok.

-Babane öptüm ya seni ben, vedalaştık.
-Biliyorum. Sana başka bir şey diyeceğim, yaklaş.

Zaten epey yanındayım, nasıl daha yakınlaşacağımı bilmiyorum, babaneme nasıl yaklaşılır bilmiyorum. Dirseğim ve bileğim arasında bir yeri kavradı birden, kendine doğru çekti beni, yerimde sendeledim. Bir karambol oldu o an, biri geçiyordu, hemen yanımızdaki üç basamaklı merdivenin üzerine bırakılan ayakkabıları topluyordu sahipleri. Kolumu bırakmıyordu babanem, dengem iyice bozuldu tek ayağımın üstünde eğik duruyorum, düştüm düşeceğim, aklımda hâlâ hiçbir şey yok. Derinden gelen bir sesle konuşuyordu, kelimeleri hırıltılı, kulağımı uzatmamı istiyordu. Sesinden önce, kırmızı saçlarının, yemenisinin kokusunu duydum. Bana dedi ki:

-Evladın olmazsa üzülme!

Geriye çektim kendimi, yüzüne baktım. İki türlü şaşkınım. Babanem hayatında ilk defa bana, benimle ilgili bir şey diyordu, önce bu geçti zihnimden. Sonra müthiş bir sarsılma oldu ruhumda. Kimsenin kapısını bile çalmadığı üzüntü odamın ortasında bitiverdi birisi, üstelik beklediğim en son kişi. Ne kapıyı çaldı, ne gelişini haber verdi, karşımda bitiverdi ve bana bir şey diyordu.

Ben onu seyrederken o gün, o da beni seyretmiş, bunu da düşünüyorum, düşünceler ardı ardına geçiyor.

Geri çekmeye çalıştım kendimi, kaçmaya çalıştığımı anladı, daha sıkı kavradı kolumu.

-Bak sana ne diyeceğim, dinle beni. Benim dört çocuğum oldu, hiç gün yüzü görmedim ben, hep dert getirdiler bana.

Büyük bir üzüntü kapladı içimi.

-Babane olur mu öyle şey, ne çok seviyorlar…
-Ben değilim şimdi… Senin kabiliyetlerin var, yaşamana bak, onları kullan… dedi ve elini gevşetti kolumdan.

Geriye çekildim, yüzüne baktım, gözünü kırpmadan, dimdik bakıyordu bana. Başını salladı, başımı salladım. Hayatımda kimseye bu denli yakın oldum mu ben?

Destek beklediğin insanlar var hayatında, zor zamanında yanında olacaklar bilebiliyorsun. Seni sevmediğini, umursamadığını düşündüğün insandan gelen destek altüst ediyor. En çok böylesi kazınıyor insanın zihnine, büyük bir muhasebe defteri açılıyor.

“Hadi…” diyorlardı o an, beni çağırıyorlardı, bense geri dönüp yanına oturmak istiyordum babanemin. Yanına oturayım da sessiz sessiz duralım istiyordum. İstemeyerek yürüdüm, arkama baktım, bana bakıyordu. Müthiş sarsılmış halde arabaların yanına varmış olanlara yetiştim. Bana bir arka koltuğu gösterdi birisi. Oturdum. Ellerimi hatırlıyorum, kucağımdaydı iki elim de. Günün yorgunluğu herkese çökmüş, herkes sessiz, yola koyulduk.

Düşünüyorum ellerime bakarak: Bu oldu mu sahiden, bu oldu mu? Zaten biraz rüyada gibiyim günlerdir, arada uykuya mı daldım ben? Babanem bana bunu dedi mi? 92 yılın muhasebesi bu mu olur, görmedi mi gün yüzü? Bana bu dediğini şimdi bu arabadakilere anlatsam inanmayacaklar bana. Oldu mu bu?

“Evladın olmazsa üzülme, yaşamana bak.”

Eski, çok eski bir geceyi hatırlıyorum birden. Köydeyiz yine, kar yağmış, sömestr tatilinde mahsur kalmışız, dönemiyoruz İstanbul’a. Trakya’nın kışı ne fena. Ahırlara tünel açıp gidiyorlar, hayvanlar donmasın diye çareler arıyor amcamlar. Bir gece yengemlerinden birinin evinde tüm çocuklar toplanıyoruz. Babanem ortada oturuyor, daha doğrusu tüm çocuklar onun etrafında toparlanmış. Yüzü ocağa dönük, ateşin ışığı yüzüne düşüyor babannemin. Keloğlan masalı anlatıyor bize.

Keloğlan masalında bir tokmak ha bire insanların kafasına vuruyor. O vurdukça biz gülüyoruz; çünkü babanem tokmağı anlatırken bedeniyle bir şey yapıyor, öne eğiliyor, ellerini yumruk yapıp üst üste koyuyor, tokmağı taklit ediyor. Babanemin dokuz torunu var, hepsi etrafında o gece, mumlar yanıyor, lüks lambası yanıyor. Keloğlan’ın başına iniyor tokmak. Ben gülüyorum ama çok da tedirginim, tokmaktan korkuyorum biraz çünkü tokmağın hür iradesi var, kendi kararlarını veriyor, rastgele iniyor insanların başlarına. Kuzenlerim çok gülüyor diye gülüyorum galiba. Babanemin sürekli oynattığı ellerini görüyorum, yüzü gölgeli, sesi capcanlı. Bize masal anlatıyor babanem, anlatırken eğleniyor, biz gülüyoruz, biz güldükçe daha da hızlı vuruyor tokmak, daha da çok gülüyoruz.

Babanem ellili yaşlarının başında olacak o zaman. Torunlarıyla mutlu o an, ben de onunla mutluyum. Onunla ilgili anlatılan tüm kötü hikâyeler ve bu şimdi eve dönüş yolunda, yıllar sonra, ellerime bakarken hatırladığım masal gecesinin arasındaki tezat o kadar belirgin ki o an.

Kimse kimsenin ruhunu okuyamıyor kitap gibi, herkesin ruhunda fırtınalar, dinmelerini bekliyoruz hayatımız boyunca.

Babanem bir kadın olarak gelmiş dünyaya. Doğduğu, büyüdüğü evde çok fazla iş varmış, kendisinden 18 yaş büyük birisine bir gece kendi isteğiyle “kaçıvermiş.” O evde belki biraz olsun rahat ederim diye. İkişer sene ara ile beş çocuk doğurmuş, beşinciyi doğumundan birkaç ay sonra kaybetmiş. Bilmem ki kaç kere de düşük yapmış.

Belki hiç sevmemiş kadınlığı babanem, anneliği, çalışmayı, köyü… Ben onu hep dikiş diker biliyordum, meğer 50’li yaşlarında heves edip başlamış dikişe, sevdiği için, renkleri, kumaşları, desenleri… Herkese elbiseler dikerdi eski bir dikiş makinasında. Kendi kabiliyetini bulmuş belki de o da hayatta.

Öldüğünde 97 yaşındaydı. Bana çocukluğumda diktiği iki elbisesi, gençliğinde işlediği bir kanaviçe yastığı kaldı, bir de ayaküstü elime tutuşturduğu yol haritası.


Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Yol Haritası&rdquo için 7 yorum

  1. Gülsün Kaya

    Çok bilge bir kadınmış bu “babane”! Muhteşem bir “yol haritası” vermiş.
    Çok etkileyici bir yazı olmuş. Yazanın eline sağlık!

  2. Biray Anil Birer

    Bu haritayı ben de aldım, cebime koydum.

  3. HÜLYA Aydemir

    Müthiş bir yazı,yaşamına bak sözünü bende aldım kalbime koydum Allah rahmet eylesin tüm babaanelere

  4. Dide Deniz Aydemir

    Çok güzel olmuş, çok akıcı. Bitmese keşke diye okuyor insan.

  5. Müthiş bir hikaye, eline sağlık yazanın.

    “Senin kabiliyetlerin var, yaşamana bak, onları kullan“

    Herkes için, her anlamda, her alanda geçerli olacak kadar özet yapmış babaanne. Kendisi de bunu öğrenene kadar çok şey yaşamış belli ki..

  6. Meryem

    “Ellerimi hatırlıyorum, kucağımdaydı iki elim de.” Gozyaslari yine hatirladi o huznu.

    Cok etkileyici bir anlatim; tesekkurler yazara.

  7. Seda Yılmaz

    Çok dokunaklı. Her kadının taşıdığı başka başka yükler olduğunu hatırlattı bana.

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: