Benim onları tanıdığım yıllarda Nazo ve Aysel bol bol gezerler, çokça akrabalara ve tanıdıklara, bazen de otobüse binip Sultanahmet‘e, Eyüp‘e, cami ziyaretlerine giderlerdi.
Şimdilerde fark ediyorum ki, belli bir yaştan sonra çocuklar büyüyüp yükler azalınca, kocalar da artık çok umursanmayınca, kadınların hayatlarına küçük boşluklar doğuyor. Eğer bu boşlukları dolduracak istek, para, sağlık varsa kendi gönüllerini eğlemeye çalışıyorlar o ara. Ama sadece birazcık. İşte Nazo ile Aysel de akıp gitmiş hayattan ellerinde ne kalmışsa, biriktirip köşeye ne koydularsa, kıyıda kenarda kalan isteklerini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı o zamanlar.
Onlar aslında gelin-görümceydi, gençlik yıllarını da yan yana geçirmiş iki kadın. Geldikleri yerden göçtükleri yere kadar yaşamları hep birbirlerine bitişik olmuş; birbirlerine yakın evlerde oturmuşlardı. Ama sadece bundan olamazdı! İyi geçindiklerine göre birbirlerini de yakın bulmuşlardı demek ki. Ailede, etrafta olup biten çok şeye beraber tanık olup beraber konuşup yol aramışlar, bazen hâl yolu bulmuş, bazen bulamamış olsalar da artık ne gelinlik ne görümcelik kalmış, arkadaş gibi olmuşlardı. Uzun yol arkadaşlığı bir nevi.
İşte Nazo ile Aysel‘in gezme zamanlarına denk düşen o yıllar, benim de gençlik yıllarımdı. Nihayetinde onların çocuklarının arkadaşlarıydık ama bizimle kendi arkadaşlarıymışız gibi konuştuklarından anlattıkları şeylerin çoğu aklımda kaldı. Sanırım gençken büyüklerden aldığımız öğütler değil de onların bize severek anlattığı günlük şeyler daha çok yer ediyor hafızada. Misal ben bu anlatacağım şeyi Nazo’nun ağzından dinlemiştim, hiç unutmadım. Neşe ile gülerek anlatmıştı o günü, kendileriyle de dalga geçerek. Belki de bundan kaldı aklımda.
Hikâye onların kollarında çanta, başlarında örtü, üstlerinde pardösü ile gezmeye çıktıkları bir günü anlatıyor.
Nazo ve Aysel arada “çarşıda” gezerken gördükleri o koca şehrin diğer insanları gibi bir sefer kebapçıya gidip yemek yemeyi çok istiyorlarmış. O zamana kadar “başlarında erkek olmadan” dışarda pek de yemeğe çıkmamış bu iki kadın. Bir gün “Sultanahmet Camii ziyareti”nden sonra çok acıkmış olacaklar ki cesarete gelip kendilerini kebapçının kapısında bulmuşlar. Ama biraz tedirgin, biraz güvensiz.
Bir ayakları içerde, biri dışardayken garsonun onları kapıdan içeriye buyur etmesiyle girmişler kebapçıya. Ne yapacağından emin olmayan iki ürkek kadın dikilip kalmışlar öylece. Garson önlerindeki masayı işaret edince davranıp oturmuşlar. Tepelerinde dikilen aceleci garsona uzatmadan İskender kebap siparişini vermişler. Siparişi vermişler vermesine ama “Acaba paramız yeter mi?” korkusuyla hâlâ kararsız, hala biri kalk dese kalkıp gidecek kadar huzursuz.
Kalkıp gitmek ile oturup sipariş ettikleri kebabı beklemek arasında geçen o uzun sıkılma, utanma hali garsonun tabakları getirmesiyle zirveye çıkmış. Galiba sadece para meselesi de değil herkesin içinde, kalabalığın ortasında yemek yiyecek olmanın da sıkıntısı var. “Ahan da kebap geldi, şimdi nedeceğik?” diye öylece kalakalmışlar birbirlerine bakarak. Nasıl davransınlar, nasıl başlasınlar diye kebaba bakarken garson onları sandalyeye mıhlayacak son darbeyi vurup elindeki kızgın tereyağı “Cosss!” diye dökmesin mi kebabın üstüne?
O anı kahkahalarla, elini dizine vurarak anlatan Nazocuğum bütün kelimelerin üstüne basa basa, o güzel şivesiyle tam şu cümleyi kurmuştu: “Herifçioğli cosss etti, tökti tereyağıni!”
Tereyağının dökülüş anı, Nazo ile Aysel‘in utancının galebe çalındığı an olmuş. Bakmışlar olacak gibi değil, dünya yıkılsa, top patlasa da o kebap yenecek deyip bir güzel yemişler. Karınları doymuş, paraları yetmiş. Cüzdanlarının boşalmasına biraz üzülseler de kendilerine ferahlık vermek için, “Oh canımıza değsin!” yerine kullandıkları “Oh ettik!” lafını içlerinden tekrar edip çıkmışlar lokantadan.
Daha lokantanın kapısından çıkarken bütün o yaşadıkları utanç, ‘Cosss!’ diye dökülen tereyağı, yemekten korkulan İskender kebap, tedirgince tutulan çatal, tek kollarını koyabildikleri masa ve diğer her şey günün olağan akışına karışıp gitmiş bile.
Ana görüntü Şenlik arşivinden. Uygun bir görsel için epey uğraştıktan sonra “Bulduk!” dedik, “İskender kebap yemeğe gitmek için kaçıp kurtuldukları mutfak bu!”
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kardeşim, annemi emekli aylığını almaya götürdüğünde mutlaka kebapçıya da götürüyordu. Annemin en mutlu olduğu zamanlardı bu kebapçı günleri…
Çok güzel, çok sevimli bir yazı olmuş, elinize sağlık.
Annem ve babam her ayın 15’inde Dersim’de beyaz Saray diye bir lokanta vardı, oraya gider kebap yerlermiş. Şimdilerde anneme hep bizi niye götürmüyordunuz diye sorduğumda annem” ayy ne bileyim kızım hiç aklımıza gelmiyordu” diyor:) ne kadar pahalıymışsa demek o zamanlar kebap yemek:) kalemine sağlık, çok severek okudum 💜
Pingback: Niye Gelmediniz? - Şenlik