Bir gece evvelden planlanmış piknik olabilir ya da bizimkiler sabahtan karar vermiştir, nasıl bilmiyorum ama kendimizi dere kenarında bulmuşuz. Pırıl pırıl bir gün, suyun kenarında serin rüzgâr, otlar üzerine serilen renk renk örtüler, örtüler üzerinde şilteler, annem bana zorla yemek yediriyor. Yaşım da kaç, beş mi, altı mı?
-Şu sinekler de olmasa, bir rahat vermediler. Aa yediler bacaklarımı!
-Olmayacak böyle, kalkıp uzaklaşalım. Şu söğütler yapıyor, biraz şu tarafta bitseydi ya bu söğütler!
Gülüşmeler…
-Başka yere oturalım.
Derenin karşısında açıklık bir alan var, derenin uzunluğu belki beş metre, yedi metre, on metre… Pek derin de sayılmaz.
Haydi hop toplanıp dereden geçiveriyor herkes karşı tarafa.
Ben hariç!
Derenin suyuna vuruyor güneş, ışıltılı taşlar var, gözlerim kamaşıyor, bakamıyorum suya. Ayağımda şoset çoraplarım, ayağımda beyaz pabuçlarım. Neden o gün o kadar şıkım ben? Herkes taşlara basa basa hop hop geçti bile karşıya.
Oraya mı bassam, buraya mı? Şu kaya sağlam görünüyor ama ya basınca batarsa?
Düşün babam düşün.
Babama bakıyorum, çoktan yürümüş gitmiş.
Kafilenin önünde erkekler.
Kucağına alaydı beni, kolay olurdu.
Kadınlar fark ediyor beni:
-Gelsene Kiraz.
Geleyim. Geleyim de nasıl, nereye basayım? Çoraplarım ıslanacak, ayakkabılarımı silerim, kurur da, çoraplarımı silemem. Ya suya düşerse gözlüklerim, o zaman yandım işte!
Yengem sesleniyor:
-Kızım gelsene!
Geleyim de, nasıl yenge? Şu taş sağlam duruyor, ama kaç taş var önümde? Kaç taşa basarak geçiliyor karşıya? Bunların bazılarından da çok güzel dokuz taş olur, şu küçükler de beş taş olur bak.
Annem bilmem ne teyzeyle bir şeyler konuşuyor, gülüşüyorlar ikisi. Suyun karşı tarafında ablamlar, bana bakıyorlar.
Eğilip küçük taşlardan elime alıyorum birkaç, meşgul görüneyim diye herhalde:
-Geliyorum yenge, şunları toplayayım da… Bir, iki, üç, beş, sekiz, on…
Yengem daha yüksek sesle sesleniyor:
-Kızım beriye gelsene.
Beri!!!
Beri mi?
Yengem karşı tarafa geçemediğimi anladı ve bana yeni bir yol gösteriyor. “Beriye gel, haydi…” Elini sallıyor, kendisine doğru mu, sağa mı, ne tarafa?
Beri herhalde, şu sağ taraf, orada bir ağaç dalı var. Belki köprü gibi kullanılıyor, beri de bu köprünün adı. Hızla sağa doğru yürümeye başlıyorum, gözümün erdiği her yerde, sadece dere var. Yengem bu bocalamaları hep görüyor, yine sesleniyor:
-Kızım beriye gel.
Hop hop koşuyorum… Köprüyü bu kez de sol tarafta aramaya.
Yengemin sabrı tükenmiş gibi. Yengem önde, bana en yakın duran o, bir kolu havada sanki rastgele sallıyor kolunu. Annemin kolunun altında örtüler durmuş bana bakıyor, arkadaşı “bir şey teyze” biraz arkada, iki elinde de sepetler durmuş bana bakıyor. Ablamlar kenarda durmuş bana bakıyor. Ben de onlara bakıyorum ve beri ne taraf kesinlikle bilmiyorum. Müthiş bir utanç, korku, kızgınlık, yengeme duyduğum sevgi her şey birbirine giriyor. Hafıza tam da böyle şeyleri sıkı sıkı saklıyor yıllarca.
Yengem sesleniyor:
-Kızım geç hadi, bize doğru gel.
Sırları dökülüyor kelimenin bir anda ne acayip. Meğer beri, onların yanı demekmiş!
En başa dönüyorum, ilk anlarda gözüme çarpan o en büyük taşa basıyorum, bileğime kadar sudayım, çoraplar, pabuçlar gitti. Neyse ne yapalım? Su da buz gibiymiş. Bu çoraplarımın konçları simliydi, simler de mi ıslandı? Ama artık olan oldu, nasıl olsa ıslandım, rahat rahat geçiyorum karşı tarafa.
Annem:
-Ne oldu çoraplar şimdi? Çamur içinde! Hey Allahım, bak şimdi.
Yengem:
-Bir şey olmaz, bir şey olmaz, kururlar hemen şimdi.
Galiba gidip yengemin elinden tutuyorum, yürüyoruz sonunda hep beraber, açıklık alana doğru.
Ana görüntü: Şenlik arşivi
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Öykü tadında olmuş.
Ayy, kıyamam o küçük kıza.