Yemek masasının köşesine ilişmiş çalışıyordum. Odaya girdi ama her zamanki gibi gelip bileklerimi ısırmadı. Önce sıkıntıyla, sonra acı acı miyavladı. Böyle sesler çıkardığını hiç duymamıştım. Yemek kabının dolu olduğunu fark ettim, sonra da kumuna gidip uzun uzun beklediğini, ama çişini yapamadığını.
Sekiz aylık hamileydim. Yirmilerimi hayattan korkarak, henüz yapmadığım hatalardan bile suçluluk duyarak geçirdikten sonra, otuzlarımda kendimi dünyaya açma cesaretini zar zor toplayabilmiştim. Kent, Michigan’ın küçük bir şehrindeki evimize o zaman gelmişti. Küçük oyuncaklarını fırlatınca heyecanla koşup geri getiren, kucakta oturmayı katiyen sevmeyen ama geceleri gelip ayaklarımın üstünde uyuyan, koltuk yatak ne varsa acımadan altını parçalayıp kendine saklanacak evler yapan bir kediydi. Hem benim hem eşim Linroy’un, yakından tanıma şansı yakaladığımız ilk kedi.
İnsanlardan çok hayvanlarla, özellikle de kedilerle içli dışlı oldukları her hallerinden belli olan barınak gönüllülerinin anlattığına göre, Kent itlaf oranı yüksek başka bir barınaktan kurtarılmıştı. Köpeksiz bir eve ihtiyacı vardı. Köpeğimiz yoktu ama arada ev arkadaşlarımız oluyordu, bir de çocuğumuz olsun istiyorduk. “Hiç sorun olmaz.” dediler. Bizimle tanışsın diye getirdikleri başka bir kedi daha vardı ama şimdi ne adını hatırlıyorum ne de neye benzediğini. Kent’in o şaşkın tipine, altın rengi tüylerine kapılıp evimize getirdik onu. Tükenmeyen bir iştahı vardı, kısa sürede tombullaştı, tüyleri iyice uzayıp parladı. İsmini değiştirmek istemedik -saygısızlık olmasın- Kent olarak kaldı.
Hastalandığının ertesi günü, ben doktora giderken eşim Kent’le veterinere yollandı. Dedim ya, sekiz aylık hamileydim. Artık iyice ağırlaşan bedenimi oradan oraya taşımak, özellikle de arabalara sığmak zor gelse de, hamilelik kolay ilerliyordu, kendimi iyi hissediyor, zamanın geçişinden keyif alıyordum. Her gün evden çıkmadan kahvaltımı yapıyor, yarım saat mesafedeki işime varınca kendime ikinci bir kahvaltı ısmarlıyordum. Vakit buldukça uyukluyordum. Dakika başı tuvalete koşturmak dışında bir derdim yoktu. O gün, ebe karnımı eliyle muayene ettikten sonra, hafif tedirgin, ultrason cihazına davrandı. Bebek doğum pozisyonuna geçmemiş, yani kafası aşağıya gelecek şekilde dönmemişti. (Uzun süre bunun bir servet harcadığım çikolatalı kruvasanlar nedeniyle olduğuna, bebeğimin iyice semirip sonra da dönecek yer bulamadığına inandırdım kendimi, fakat onu tanıdıktan sonra “canı öyle istemiş de olabilir” diye düşünmeye başladım.) Ebe bana uzun uzun bebeği çevirmek için neler yapabileceğimi anlattı: Homeopatik ilaçlar, akupunktur, moxa terapisi diye bir şey… Alternatif tıp yöntemlerinin hastanede önerilmesi tuhafıma gitmişti ama ebe ne dediyse başımı salladım. Belli ki modern tıp, alternatif tıpla baş etmek için böyle bir yöntem bulmuş. Bunların etkisi kanıtlanmış tedaviler olmadığını, fakat zarar da vermeyeceğini söyleyip insanı kendi tercihleriyle baş başa bırakıyorlar. Karışık bir mesele. Bu yöntemler işe yaramazsa doktorlar dışarıdan elle bastırarak bebeği döndürebiliyormuş, bunu da ilk defa duyuyordum. Bunların hiçbiri durumu değiştirmezse ya da uğraşmak istemezsem, sezaryen doğum yapmam gerekecekti. O anda aklıma eşimle koca bir cumartesi gününü ayırdığımız doğum dersi geldi. Dersin tamamı doğal doğum üzerineydi, sezaryenden bahsedilmemişti bile. Keşke derse o parayı vermeseydim dedim içimden; Linroy da halı saha maçını kaçırmamış olurdu.
Hastaneden çıktığımda kurt gibi acıkmıştım. Zaten günde beş altı öğün yiyordum. Dalgınlıkla, gitmek istediğim restorana değil, bizim eve doğru giden bir otobüse binmişim. Yoldan Linroy’la Kent’i aradım. Başka bir veterinere gidiyorlardı. Otobüsten inip bir markete girdim, süt ve kurabiye alıp Amerikan dizilerindeki gibi kartondan soğuk süt içerek onları beklemeye başladım. Veterinere vardığımızda da hâlâ ağzıma kurabiyeleri tıkıştırıp soğuk sütle içimi soğutmaya çalışıyordum.
Veteriner, Kent’i muayene ettikten sonra idrar yollarında kristaller olduğunu, bunun için ilaç kullanabileceğini, fakat ameliyatın daha kalıcı bir çözüm sağlayacağını anlattı. Ne kadar masraf edeceğimizi sorduk. Rakamları hatırlamıyorum, ama şöyle anlatayım: Biriktirdiğim paranın neredeyse tamamıyla ameliyatı yaptırabiliyorduk. Linroy’unsa fazladan parası olmadığı gibi kredi kartı borcu vardı, o yüzden iyice sessizleşmişti. Bir yandan da bu konuşmayı yapıyor olmaktan, bu işe para harcanır mı diye tartışmaktan ikimiz de utanıyorduk. Madem ilaç kesin çözüm sağlamıyordu, ameliyatı yaptıracak parayı da iyi kötü çıkarabiliyorduk, daha neyi konuşacaktık? Veterinere kartımı uzattım. Kent’in olacağı ameliyatı anlattılar, orada birkaç gün kalacağını söylediler. Sonra ameliyatı açıklayan, masrafları kalemlerine ayıran, onayımızı alan bir sürü evrak imzalattılar. Artık bitsin istiyordum ama bir türlü bitmiyordu. Kutucuk işaretlenen bir soruda ne soruluyor anlamadım, kadından yardım istedim. Meğer kedimin kalbi durursa canlandırmaya çalışsınlar mı, çalışmasınlar mı, bunu soruyorlarmış. Bu soruya kim, neden hayır diyebilir? Ağlamaya başladım. Bir yandan da gerçekleşme ihtimali bu kadar küçük bir şey için de ancak hamileler ağlar herhalde diye düşünüyordum. Kadın sıkıntıyla önüne baktı. Herhalde o da artık bitsin istiyordu. Kutucuğu işaretleyip imzamı attım, gitti.
Kent’i ameliyat olmak üzere orada bırakıp eve dönerken üzerime bir hafiflik gelmişti. Sanırım harcamaya kıyamadığım, orta sınıf alışkanlıklarımla hep can simidi gibi yapıştığım paramın bir anda elimden gitmesinin dünyanın sonu olmadığını görmek rahatlatmıştı beni. Sonuçta kedim de iyileşecekti, mutluydum.
Kedim, ne yazık ki iyileşmedi. Eve dönmüş, akşam yemeği için masaya oturmuştuk. Veterinerden gelen telefona Linroy baktı, sesi titredi. Kediyi kalp masajıyla hayata döndürmeye çalışsınlar mı, bunu soruyorlardı yine. Bizi arayana kadar zaten yirmi dakika uğraşmışlardı. Sonrası, kapkaranlık bir gece. Veterinere geri gidişimiz, Kent’i son kez görüşümüz, yakılsın mı gömülsün mü, yakılırsa külleri nasıl bir kaba konsun, kaba konmasın da kadife keseye mi konsun, altın rengi tüylerinden bir tutam kesilip bize mi verilsin sorularının arasında, banka kartımı da geri istediler. Kent daha ameliyatın başında öldüğünden, paramın çoğunu iade edeceklerdi. Can simidi param geri gelmişti yani. Üzüntüme bir de utanç eklendi.
Sonraki günler gündüzleri akupunktura gidip evde yoga hareketleri yaparak, geceleri uykumdan uyanıp uyanıp ağlayarak geçti. Alternatif yöntemleri deniyordum ama neden denediğimle ilgili pek bir fikrim yoktu. Aylar önce bir uçak yolculuğunda Ina May Gaskin’i okuyup kadınların evde, ilaçsız doğum hikâyelerine duygulanmışlığım vardı ama kendimi o kadınlardan biri olarak da görememiştim. Doğal doğum, aslında “doğal” da dememek lazım, vajinal doğum, benim için bu kadar önemli miydi, yoksa her şeyi “doğru” yapmak istediğim için, şimdi bu ihtimalin yavaş yavaş kaybolması bana kendimi suçlu mu hissettiriyordu? Bebeğim ne yaptıysam pozisyonunu değiştirmedi. Sonunda sezaryenle dünyaya geldiğinde kruvasan tezimin gerçeklikten çok da uzak olmadığı ortaya çıktı, gerçekten epey topaçtı.
Şimdi içerde uyuyor. Altı aylık. Şu ana kadar hiç kedi görmedi. Büyük ihtimalle Kent de hiç böyle minik bir insan görmemişti. Onları bir araya getirmeyi ne kadar istediysem de olmadı. İnsan, kendini dünyaya açınca, çok güzel şeyler oluyor, ve çok üzücü şeyler. Cesaret, insanı çoğaltıyor, ama kayıplardan koruyamıyor. Bugün Leon’un odasına bir oyun köşesi kurarken, Kent’in pencerenin içindeki pati izlerine baktım. Gerçek izlerden bahsediyorum, pencerenin içinde kara kalemle yapılmış gibi duran iki pati izi var. Bir defasında silmeye çalıştım, çıkaramadım. Şimdiyse, olur da yanlışlıkla silinir diye aklım çıkıyor.
Bu metnin ilk halini Yaprak Ünver’in düzenlediği Hikâye Anlatıcılığı Atölyesi’nde yazdım. Yaprak’a ve atölye katılımcılarına çok teşekkür ederim.
Ana görüntü yazarın albümünden, Kent.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Çok duygulandım. Leon’a sağlıklı bir ömür diliyorum…
Nurşen Güllüoğlu
Çok teşekkürler!
Teşekkür ederim Pınar bizlerle paylaştığın için.
Ben teşekkür ederim okuduğunuz için. 🙂
Çok güzel bir yazı ben de çok duygulandım sevgiler.
Benden de sevgiler Ezgi’cim!