Mutfak masasının iki ucunda oturuyoruz. Babanem, adeti olduğu üzre yemeğinin üstüne atıştırdığı zeytinlerini hazırlıyor. Annem tezgâh başında yemek pişiriyor.
Babanem öyle az konuşan biri ki. 90 yaşını geçmiş o zaman. Dimağında bir engel olduğundan değil, gençken de pek konuşmazdı; hele eskilerden asla! Doğum tarihinin Cumhuriyet’in ilanı öncesine denk geldiğini hesaba katarsak eskileri sormakta yerden göğe hak görüyorum kendimde. O kadar tarih okumuşuz, dirsek çürütmüşüz arşivlerde. Bilmem ki kaç sözlü tarih görüşmesi yapmışım? Yaşı çok ileri insanlara geçmişi hatırlatmış, kurcalayıp durmuşum eskileri. İşim bu, teknikler biliyorum güya.
Karşımda oturuyor canlı bir tarih, ama bu tarihle ilgili ne biliyorsam dolaylı yollardan biliyorum. Bildiklerimi ne zaman sorsam “Hatırlamıyorum kızım o kadar eskiyi.” deyip beni geçiştiriyor, daha da ısrar edersem “Uğraşma, eski günler geçmiş gitmiş.” yanıtından geri sekiyorum. Babanemle ilgili ailedeki yaygın kanaatlerden biri onun 90’lı yaşlarına böyle böyle erebilmiş olduğu yönünde: Sürekli ileriye, geleceğe baktığı için uzun uzun yaşamış. Yani çekiniyorum da sorarken artık, sırf merak ettiğim için babanemin hayat perspektifine zarar veririm belki de. Yok veremem, zaten anlatmıyor.
O gün de umudum yok ama, kurcalayayım ne olacak? Zeytinleri yavaş yavaş yiyor, mutlu görünüyor, belki karşılık alırım bu sefer? Çok da özenmiyorum ama ben de yorulmuşum demek artık, pat diye en zor yerden sordum:
-Babane siz İstanbul’a önce Karagümrük’e mi geldiniz?
Ne bir şaşalama, ne bir tereddüt var yüzünde. Duyduğuna emin de değilim, tekrar mı edeyim, yüksek sesle mi sorayım derken, başını salladı:
-Hıı… dedi.
İsim, isim meselesi önemli, isimler iplerin uçları. Babanem bana ismimi koymuş olan kişi, bizzat, talep ederek, talebinin takipçisi olarak. Buradan şansımı deneyebilirim!
-Bana ismini verdiğin hala orada mı oturuyordu?
-Ah canım… Hepsi göçtü gitti.
O halayı hatırlıyor şimdi, ama bir yandan da gözlerini kaçırıyor. Bir zeytine daha uzanıyor eli, anneme bakıyor, ocak başında çalışan anneme ne pişirdiğini soruyor. Artık bundan sonrası bir oyun aramızda, kaçma kovalama, her adımını iki tarafın da bildiği bir köşe kapmaca.
-Onların evinde mi kaldın sen?
-Kim?
-Sen işte, oraya gider kalırmışsın öyle diyorlar.
-Kalırdım bazen.
Annem gülüyor halimize. Yemek ateşte, sırada bulaşıklar…
-Babane anlatsana, kimdi onlar, nasıldı eviniz?
-Hangi ev?
-Karagümrük’teki ev?
-Karagümrük’te olduğunu kim dedi sana?
-Ha bilmem! Değil mi?
Bilmiyorum sahi, nereden öğrenmişim bunu? Böyle bu denli nokta atış uydurmuş da olamam ya!
-Küçükayasofya’daydı.
-Ee?
-O kadar işte.
-Köstence’den mi geldiniz?
Sessizlik. Elini siliyor önündeki mendile, kalkıp gidecek biliyorum, içi sıkılıyor tüm bunlardan. Son bir hamle: Daha iki gün evvel İstanbul ile ilgisi olan ama başka bir memlekette büyümüş biriyle görüşme yaptım, ona çocukluğunda evlerinde hangi dili konuştuklarını sordum, hiç beklemediğim yerlere gitti konuşmamız. Babaneme de sorayım aynı soruyu.
-Babane ne dilde konuşurdunuz siz o evde?
-Kendi dilimizi konuşurduk.
-Kendi diliniz?
Sessizlik. Annem lafa karışıyor.
-O halalar kendi aralarında Tatarca konuşurdu, hatırlıyorum ben.
-Tatarca mı!?
Masanın üstünde bir kibrit kutusu var, mendili var elinde babanemin, zeytinlerin çekirdekleri duruyor bir tabakta.
-Sen biliyor musun Tatarca babane?
Cevap yok!
Kibriti gösteriyorum, bir karşılık veriyor, bilmediğim bir dilin bir kelimesi çıkıyor ağzından. “Ne dedin babane?” Tekrar ediyor, mendili gösteriyorum, bilmediğim bir başka kelime. Zeytinleri gösteriyorum, bir kelime daha. Sandalye, anne, perde, masa, duvar… Ne görüyorsam sıralıyorum, hepsine bir karşılığı var, hepsi zihninin içinde duruyor. Durup düşünmeden, tereddütsüz veriyor cevapları arka arkaya.
-Babane Tatarca biliyorsun, hatırlıyorsun!
Kafam allak bullak. Ben o zaman gelmişim 30’ların sonlarına, ilk defa o, o muydu bu, bu muydu? diye sorduğum soruların dışına çıkabilmişim. Cevap veriyor bana, çünkü aslında sorularım geçmişle alakalı değil. Onun cevapları derinlerden arayıp bulup, çıkarması gerekmiyor. Yormuyorum onu, bir pencere açılıyor aramıza.
Doğruldu sandalyeden,
-İyi değil iyi değil, Türkçe konuş, dedi.
-Nasıl?
-Türkçe konuş, karıştırma.
Annem dikkatle izliyor bizi şimdi. Göz göze geliyoruz. “Vatandaş Türkçe konuş!” diyor annem, hop arkasını dönüyor, işine devam ediyor.
Bir devlet politikasından arda kalan bir soluk, hatta belki karanlık bir ışık düşüyor üstümüze. Babanem yere düşen mendilini alıyor, yavaşça doğruluyor, zeytin tabağını alıp mutfak tezgâhına koyuyor. Mutfaktan çıkıp gidiyor. Onun çocukluğuna, ilk gençliğine denk geliyor Vatandaş Türkçe Konuş! kampanyası. Tatar olduğunu biliyorum onun, ama dilin onda yaşadığını hiç düşünmedim. Belki düşünceleri hep Tatarca babanemin, hiç bilmiyoruz ki, nasıl bilebiliriz? Belki o yüzden az konuşuyor babanem.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Ne güzel anlatmışsın.
İçimde sızı. Evet, içimde duydum o sızıyı. Çok bildik bir sebeple bu ülkeye gelmiş babamın hem babası hem de annesi tarafı: Balkanlar karıştığında. Çok değişik ruh halleri… Ama ne güzel anlatmışsınız, yaşadıklarıyla başedebilmek için unutmalarını ya da unutmuş gibi yaşamalarını.
Dedesi Kırım’dan göçmüş babaannem ve kendisi Köstence’den gelmiş dedem tatardı (dedemi hiç tanımadım, babam 9 yaşındayken ölmüş), çok fazla çocuk ve akrabaları varmış ve hepsi de Tatar. Ve aralarında hep Tatarca konuşulurdu, ne zaman bir araya gelseler. Tatar olmayan annem ve ben çok az anlayarak, çoğunlukla anlamadan baktık öyle. Demem o ki, belki de yalnızlıkla, Tatarca konuşacağı insan azlığıyla ilgilidir.
Tabii bazı ayrıntıları hesaba katmamış olabilirim, İstanbul’da bu kampanya (Vatandaş Türkçe Konuş) muhtemelen daha yoğun ve baskıcı bir şekilde yürütülüyordu. Bizimkiler Eskişehir’e göçmüş, bütün mahalle, hatta semt Tatar olunca sanırım istesen de onları engelleyemezmişsin, gettolaşmışlar bir nevi. Yazdığım yorumu okuyunca sanki iktidar dilinden “ne alaka canım” demişim gibi geldi kulağıma, hiç öyle tınlasın istemem. Sadece şaşırdım, rahat rahat Tatarca konuşabilmiş insanların arasında büyüdüğüm için… Selamlar..
Yoktu babanemin etrafında konuşabileceği biri herhalde, kendi ailesi içindeki yaşı en küçüklerden biriydi, herkes erken erken öldü. Adını taşıdığım, yazıda geçen hala, 28 yaşında ölmüş mesela. Kardeşleri vardı ama onlar da evlenip ayrı yerlere yerleşmişler, yoktu yani sahiden kimse, bir neden yoktu konuşması için!
Bu yazıya bir de Tatarca halk şarkısı ekleyeyim istedim ben aslında, ama sonra vazgeçtim, çünkü bu şarkıların peşine düşünce çıktı ortaya, altında “Tatarca halk şarkısı” yazan şarkılar sahiden Tatarca mı ayırt edemiyorum ben, başka bir dilde söyleniyorlar belki.
Bu arama tarama sırasında fark ettim, Tatarca da kendi içinde türlü hallere girmiş bir dil, muhtelif etkiler altında kala kala, tek bir Tatarca da yok gibi duruyor. Bir yerde gözüme çarptı, Romanya Tatarcası konuşan 2000 kişi var Türkiye’de diye, belki onlardan biriydi babanem, iki sene önce “göçtü gitti” o da.
İnanamadım okurken, benim babaanneme ne çok benziyor. O da Köstence’den Tatar. Karışma birşeye, ortaya çıkma, dikkat çekme vb. şeyler söylerlerdi. Öyle ancak olabilmiş. Selamlar
Ya ne acayip değil mi Mine: Karışma birşeye, ortaya çıkma, dikkat çekme…
Korku insanların içine sinmeyegörsün, kuşaklar boyu devam ediyor.
Pingback: Tatarca - Kiraz Akın