1990'lar

Bir Tren Sesi

Ankara’ya gidiyorum üniversitede okumaya, ilk defa bir başıma kalacağım hayatta. Hazırım yalnızlığa da, yeni hayata da… Yani sanırım, hazırım!

Haydarpaşa Garı’nda beni geçiren kalabalık da benim gidişime hazır, hazır olmasına da; ayrılık da zor, süresi, mesafesine bakmadan. Garda arkamdan el sallayan anacığım, kardeşlerim, arkadaşlarım, annemin arkadaşları, kardeşlerimin arkadaşları, kuzenlerimden bazıları kalıyor işte, hepsi geride kalıyor.

Annem, oğullarından birini askere henüz, üstelik de aynı böyle Haydarpaşa’dan yollamış bir arkadaşına diyor ki:

-Seninki yine aylar, benimki dört yıllığına gidiyor Naciye!!!

Cam kenarındaki koltuğuma yerleşmeye çalışırken ablamın sesini duyuyorum:

-Anne üniversitede okuyanlar daha sık evci çıkabiliyorlar, merak etme!

Annemle ablam birbirlerine ters ters bakıyorlar.

Boğazımda hıçkırıklar, tren kalkmak üzere.

Son gecemde annem fırında bezelye yaptı, neredeyse hepsini bana yedirdi. Ablam bir tabak isteyecek oldu, annemin bir bakışıyla vazgeçti, uzattığı tabak havada kaldı. Ben daha evden ayrılmadan, evin muhtelif köşelerine resimlerim yerleştirildi. Bir akşam işten eve dönüp durumu gören ablam isyan etti bu duruma:

-Yahu okumaya gidiyor altı üstü, ne yapıyorsunuz böyle?

Ablam hariç hepimiz mutlak, kesif, sanki geri dönüşü olmayan bir ayrılık sürecine daha ayrılmadan girmiş haldeyiz. Evdeki odalara tek tek bakıyorum, eşyalarla vedalaşıyorum. 19 yaşındayım, ileriye değil, ısrarla geriye bakıyorum. Ablama da içerlemiyorum değil yani, ne kadar katı yürekli birisi. Ne var? Rahat bıraksa da ailecek komaya girene dek üzülsek? Biz böyleyiz, fenalık geçirene dek üzülmek istiyoruz. O nerede büyümüş ki sanki?

Geceleri tam 11:00’de kalkan Mavi Tren ayrılıyor artık istasyondan. Pencerenin genişliğince bir film perdesi sanki önümde. Bir avuç insan bana bakıyor, yüzler buruk, annem başını arkadaşının omzuna dayadı. İşte bunlar gördüğüm son yüzler.

Başımın üstünde bavullarım. Cam kenarındaki koltuğumda ellerim kucağıma düşmüş başlıyorum ağlamaya… Daha Pendik’e varmamışız. Yanımdaki koltuğa bir kadın oturmuş. Benim ağladığımı fark edince bir hareketlendi, bana doğru döndü, bir şey demek istedi. Anlıyorum tabii, benim de yanımda böyle sarsılarak ağlayan biri olsa ben de telaş ederim. Elimi hafifçe sallayarak bir şey yok demek istedim. Gözyaşları arasından yüzüme endişeyle baktığını seçtim. Başımı cama yasladım, artık katılarak ağlıyorum. Hani artık neye ağladığımı ben de bilmiyorum işin doğrusu. Ağlamalar üst üste devriliyor, birbirine karışıyor. Korkuyor muyum? Yooo, pek öyle değil. Son hatırladığımda hiç de korkmuyordum, aksine müthiş bir heyecan içindeydim. Nerede kalacağım belli, ne yapacağım belli, kampüse gidip gelmeyi de biliyorum, eh kayıt kuyut gide gele Ankara’ya biraz aşinalığım da oldu. Yeni hayatım, yeni arkadaşlarım, yeni maceralar, hepsi de güzel geliyordu.

Fakat nasıl da el salladılar arkamdan… Sadece ablam gülümseyerek sallıyordu, iki elini birden sallıyordu, o da çok iyi biri aslında, biliyorum.

Bir hıçkırık dalgası daha…

Yanımdaki kadının ayakları dibine koyduğu çantasına eğilip bir şeyler aradığını fark ettim. Mendil! Mendil buldu, bir kâğıt mendili bana uzattı. Bakışlarımı yine kaçırarak teşekkür eder gibi yaptım, sonra bir mendil daha, bir tane daha… Bir noktada biraz sakinledim, mendiller arasında içli içli ağlamalarım devam etti. Kaç mendil sonra Eskişehir’e vardık bilmiyorum.

Konuşabildiğim kısa bir an üniversite okumaya gittiğimi söyleyebildim bu kadına. Yüzünde bir gülümseme, belki bir rahatlama, sakin sakin şunu dedi:

-Herhalde kötü olmayacak, güzel olacak.

Kötü olacağından değil ki zaten… Sahi neden?

Eskişehir’de gözyaşlarımdan bezmiş olmalı ki indi trenden bu nazik, düşünceli kadın. Onunla da ilgili son hatırladığım istasyonun karanlıkları arasında başının üstüne düşen bir lambanın ışığı altında bana el sallaması. Yeni bir ağlama dalgası gelecek gibi oldu da artık bitap düşmüş, uyumuşum.

Yurda vardıktan, odama yerleştikten sonra yaptığım ilk şey dolabımın iç kapağına siyah zemin üzerinde turuncu harflerle yazılmış, avuç içi büyüklüğünde bir çıkartmayı yapıştırmak oluyor. Bir şiir, Orhan Veli’nin:

Garibim
Ne bir güzel var
Avutacak gönlümü
Bu şehirde,
Ne de tanıdık bir çehre;
Bir tren sesi
Duymaya göreyim
İki gözüm iki çeşme.


Yazının görüntüsü Sonbahar Rüzgârları filminden. Film 1969 tarihli, yönetmeni Mehmet Dinler.

Kötü haber alan Türkan Şoray’ın yanı başında, elbisesinin kolu içinde mendil taşıyan bir kadın var. Herkes ağlamaya öylesine iyi hazırlıklı!

Bir Tren Sesi&rdquo için 4 yorum

  1. Fulya İNCİ

    Çok sıcak bir anlatım. Olay çok tanıdık, evden ayrı okumaya giden, bu yolculuk öncesi böyle bir ayrılık yaşamamış kız çocukları, biri de bendim böyle giden. Kendi gidişimi hatırladım. ister istemez beraberinden taşıdığım başka bir gidişi de. Düşündükçe içimdeki korun ateşlendiği, bir daha o evde bana kapıyı açacak kimsenin kalmadığı o son yolculuk günümü.

  2. Burcu Eren

    Ben de Manisa’dan otobüsle Ankara’ya üniversite okumaya gidişimi hatırladım. Nereye gittiğimden, nerede kalacağımdan da pek haberdar değildim üstelik. Hem içimi içime sığdırmayan bir heyecan hem elimi kolumu nereye koyacağımı bidirmeyen bir belirsizlik, ağırlık. Evdekilerde de benzer bir durum. Kimse de kendini kapıp koyvermiyor ama. İletişmeyi, dokunmayı, teselliyi de pek bildiğimiz söylenemez. Ne yapacağını bilmemenin gerginliği var aramızda. Otobüsün penceresinden birbirimize kaçamak bakışlarımızı hatırlıyorum. Abim yanımdaydı. O iki yıl önce İstanbul’a gitmişti. Biraz tecrübeliydi. Bana kayıtta yardım edip sonrasında beni yurda bırakacaktı. Ankara’ya varıp okula kayıt yaptırdıktan sonra yurdu bulduk. Tamam, dedi abim, ben gideyim artık. Eyvallah deyip uzaklaşmaya başladı. Yurt odasına girdim. Yanında kalacağım kişiyi Manisa’dan uzaktan tanıyordum, ama o henüz orada değildi. Çırılçıplak, küçücük odaya girip bavulu yere bıraktım, etrafıma bakınıp bir anda hıçkırarak bütün tuttuklarımı ağlamaya başladım. Bir süre sonra ben de artık neye ağladığımı bilmiyordum. O anda kendimi dünyanın ortasına bir başıma fırlatılmış gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Sonrasında gelişler gidişler hayatın bir parçası oldu, iş yurt sınırları dışına taşınmaya kadar vardı, ama hala her seferinde Manisa ziyaretleri sonundaki ayrılıklarda ne yapacağını bilememe hali devam ediyor gibi. Vedalaşmayı öğrenememek diye de bir şey var sanki.

  3. Gülsün Kaya

    Bu anıdaki gibi gitmek çok güzel! Bir de böyle durumlarda “Oh, özgürüm çok şükür! O dayanılması zor durumlardan uzak olacağım!” duygusu var; ama yaşanacakları tahmin ettiğiniz için gitmekle de tam kurtulamıyorsunuz.

  4. HÜLYA Aydemir

    Dik durmaya çalışan abla,herkese ne var ağlayacak derken içinde fırtınalar kopar. Bir gün kardeş telefon acar, abla ben kaydımı dondurdum geliyorum, iş yerindeydim, ağlamak ne ki deli gibi ağlıyorum herkes başıma toplandı. Biri öldü ya da kötü bir şey oldu sanıp anlamaya çalışıyorlar. Ağlamaya ara verdiğim an sadece kardeşim geri geliyor diyebildim, işte gidenin ardından kalanın da ne yapacağını bilememesi hali.

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: