Çamdibi nüfusunun çoğunluğunu oluşturan göçmenlerden olan ailem, 1960’ların başında Yugoslavya’dan buraya gelip yerleşmiş. O yıllarda Çamdibi bağlarla, bahçelerle doluymuş. Manda Çayı’nın etrafındaki yumuşak, verimli topraklarla… Birçok göçmen aile gibi el birliği ile küçük, müstakil evler yapıp zamanla bu evleri genişletmişler. Örneğin babamlar yani dedem, babaannem, halam ve babam, ilk aylarda babamın amcası ve çocukları, babamın küçük halası, babamın babaannesi ve dedesi ile birlikte yaşamışlar. Sonra babamın amcası çocuklarıyla birlikte yan komşuya dönüşmüş, küçük hala evlenip birkaç sokak öteye taşınmış, nine ve dede babamlarla yaşamaya devam etmiş. Seksenlerin başında ben doğduğumda annem ve babam, babaannemlerin üst katında yaşıyormuş.
İzmir’de doğmuş ve ailenin en küçüğü olan amcamın bizim evimizde bir odası vardı, bazen aşağıda babaannemlerde oturma odasında, bazen de bizim evdeki odasında uyurdu. Odasında raf, kitaplık gibi bir şey yoktu, ancak her yan kitap ve özellikle de dergilerle doluydu. Mizah dergileriyle ilk tanışmam amcam sayesindeydi. Odasının ikinci kapısı evimizi çevreleyen kocaman balkona açılırdı. Annem her akşam en az yarım saatini balkondaki çiçekleri sulamaya ayırırdı. Yetişkin bir insana bile büyük görünecek bu balkon, çocukluğumuzda kardeşimle benim vazgeçilmez oyun mekânımızdı, koşa koşa bitmezdi. Kardeşimle çeşit çeşit oyun bulurduk, örneğin birinde bütün balkon gemimiz olurdu, merdivenlerin aşağısı yani evin girişindeki avlu ise deniz…
Avluda babaannemlerin evinin giriş kapısı, evden ayrı olan mutfak kapısı, bizim evimize çıkan merdivenler ve bir tulumba vardı. Çocukken bu tulumbanın buz gibi suyundan içtiğimi hatırlıyorum, ama sonra içilmez oldu, sonunda da kurudu. Betonla kaplı bu avlu, ortasındaki kocaman dut ağacı sayesinde bahçeye benzerdi. Dutlar olunca komşular sık sık kapımızı çalardı, avludan, ikinci kattaki balkondan ve en üst kattaki boş terastan dallara uzanarak bu harika meyveleri hep birlikte toplardık. Karşı komşumuz ve kızları da gelirdi dut toplamaya. Kızların odası, kardeşim ve benim odamıza bakardı, yaz geceleri uyumadan önce birbirimize el sallayıp iyi geceler dilerdik. Hem yaşıtımız hem de Çamdibi’ndeki birçok kişi gibi akrabamız olan bu iki minik komşuyla birlikte büyüdük, sonraki yıllarda yakın arkadaşlarımız oldular.
On sekiz, on dokuz yaşlarımdayken, Yugoslavya’ya ziyarete giden komşumuzun bir video kaset getirdiğini hatırlıyorum. Videoda komşumuz, oradaki köyde dolaşarak çoğunluğu boş olan evleri işaret edip “Şu filancanın evi” diye anlatıyordu; şu anki Kuzey Makedonya içinde kalan köyümüzdeki komşular aynen gelip Çamdibi’nde komşularımız olmuştu sanki. Böyle bir birliktelik vardı. Komşular, aileler bir aradaydı; herkes, kimin kimin akrabası olduğunu, kimin kimlerden olduğunu bilirdi. Bilmiyorsa da sorardı… Örneğin yoldan geçen biri, kapı önünde oturmakta olan birine selam verirse, o kişinin yanında oturmakta olanlar hemen sorardı: “Ko e ova?” (Kim bu?). Hatta kapı önündeki bu sorgulamalar, “Şto prayiş?” (Ne yapıyorsun, nasılsın?) ile başlayıp “Kade ke ideş?” (Nereye gidiyorsun?) ile devam edip uzar giderdi bazen. Bu bir yandan dayanışmayla, birbirini sevmeyle, korumayla ilgiliydi, ama diğer yandan gözetim ve sıkışmışlık hissi de yaratıyordu aslında.
Üniversite dönemlerimde sadece okula giderken değil akşam arkadaşlarımla buluşmaya ya da tiyatro çalışmasına giderken de hep “Na şkole!” (Okula!) diye cevap verirdim teyzelere, kocaman gülümseyip hızla yürürdüm. Teyzeler ellerindeki rengârenk oya işlerine ara verir, şaşkın yüzleriyle birbirlerine bakakalırlardı. Ne de olsa hava kararmaya başlamıştı ve ben şıkır şıkır giyinmiştim. “Ubavo devoyçe”ydim (güzel kız), diğer bütün genç kızlar da olduğu gibi, mahallemizin gözü üzerimdeydi. Akrabamız olmayan yaşıt erkekler hoşlandıkları için, kapı önlerinde oturan teyzeler dâhil diğerleri ise korumak ve ne yapacağımızı izlemek için takip ederlerdi bizi. Kimi seçip kiminle evlenecektik? Hangi aileye gelin gidecektik? İnşallah göçmen bir aile olacaktı tabii… Ailemin diğer üyelerine ve komşularıma nazaran esmer tenli olduğum için diğer komşular beni anlatacakları zaman, adımı hatırlamazlarsa önce “bakkalın torunu” sonra da sarışın olan diğer kuzenlerimden ayırmak için “esmer olan” derlerdi. Sonraları üniversitede konusu geçip esmer olduğumu söylediğimde okul arkadaşlarım, “Esmer değilsin, kumralsın.” diyeceklerdi. Böyle şeyler göreceliydi, onu anlayacaktım.
Belki annem ve babam rahat oldukları, beni kısıtlamadıkları için bu mahallenin verdiği sıkışmışlık hissinin üzerinde çok durmazdım. Ama o dönemlerde zaman zaman hissetsem de şimdi düşündüğümde daha net görüyorum, diğer kız arkadaşlarımın durumu benimkinden farklıydı. Akşamları rahatça Alsancak’a ya da Bornova’ya gidemezlerdi. Benim gibi gülümseyerek “İyi akşamlar!” deyip sevinçle otobüs durağına yürüyemezlerdi. Çünkü teyzeler, anneannelerine babaannelerine gidip “Sizin kızınız akşam dışarı çıkıyordu.” diyecekti ve benim ailemde olduğu gibi “Aaa evet, arkadaşlarıyla görüşecekti, biliyorum.” cevabıyla geçiştirilmeyecekti bu dedikodu… Tabii bu yazdıklarım benim ilk gençlik dönemimden; doksanların sonu, iki binlerin başı… Şu anki Çamdibi farklı, gençler de çok farklı zamanlarda yaşıyor.
O kadar çok şeyden söz edebilirim ki Çamdibi ile ilgili. Papatyalarla dolu bir sürü yemyeşil alanı varken bugün binalarla dolup taşmış olmasından, Atatürk Parkı’nın kalan nadir yeşil alanlardan biri olmasından, minik saksılardaki mercanköşklerden, sardunyalardan, rengârenk çiçeklerle dolu balkonlardan… Müzikten, en çok da müzikten…
Çamdibi’nin müzisyenleri ünlüdür. Türkiye’de Balkan müziği denince insanların aklına gelen ilk yerlerdendir Çamdibi. Bu müzisyenlerin çoğu kendi kendine ya da babalarından, akrabalarından öğrenmişlerdir çalmayı, müziğin içine doğup büyümüşlerdir. Çeşit çeşit şarkı, çeşit çeşit halay vardır. Biri çıkıp size halayların adımlarını öğretmemiştir, bazen böyle de olur tabii, ama çoğunlukla biliyor haldesinizdir, nasıl öğrendiğinizi tam hatırlamazsınız, çocukken halayın içinde akarken zamanla ayaklarınız bilir hale gelmiştir.
Doksanların sonlarında, yaz günleri öyle güzel ve hareketliydi ki… Birkaç sokakta bir kına gecesi, nişan ya da düğün vardı. Tabii o zamanlarda şehir, şu anki gibi büyük ve kalabalık olmadığı için bu eğlenceler, sesi rahatsızlık yaratan sokak düğünleri şeklinde değildi. Müzik sokağın parçası gibi doğal ve öylesine muhteşemdi ki o dönemlerde… Bazen müzisyenler sabit bir köşede durup çalar, çoğunlukla ise halayla birlikte yürür, dans eden insanların arasında hem çalar hem söylerlerdi. Klarnet, trompet, davul, Makedonca ve Türkçe şarkılar… Bu müzik içime öyle bir işlemiş ki… İzmir’den çok çok uzaklardayken bile bir Balkan ezgisi duysam ayaklarım hareketlenir, içimi bir sevinç kaplar, yasemin kokusu almışcasına bir ferahlık gelir.
Dedemin, babaannemin yaşıtları olan teyzeler, amcalar, annemin babamın yaşıtları ve sonra gençler hep birlikte coşkuyla dans ederler. Bazı şarkılar özellikle yaşlıları çok duygulandırır, biz gençler yine sevinçle dans ederken onların sevinçlerine buruk bir özlem eklenir, özellikle Makedonya’dan söz eden şarkılarda… Memleket diyerek geldikleri, yaşamlarını yeniden kurdukları ve çok sevdikleri Türkiye, İzmir de memleketleridir tabii, ama bir yandan da Yugoslavya, Makedonya hep memleket olarak kalacaktır onlar için. Göçmenlerin kalplerinde birden fazla memleket vardır. “Makedonia, Makedonia…” diye bağırarak şarkı söylerken sımsıkı el ele tutuşmuş, omuz omuza durmuş, halayda yavaş yavaş yürürken bu özlemi hepsinin gözünde, sesinde hissedersiniz. Bu özlem hem yerle, yani hem Makedonya’daki köyleri hem de aslında ordaki yaşamları, aileleri, gençlikleriyle ilgilidir.
Halay coşku, sevinç ve özlemle akar, müzisyenler halayın başıyla birlikte yürürken, yaşlı bir teyze bazen diğer kadın ve erkekleri geçip en başa gelir, elini bırakmıştır, çoğunlukla bir tülbent tutar, iki eli havada tülbentini sallayarak dans etmeye, şarkıyı söylemeye devam eder. Bu teyze öyle güzeldir ki böyle dans ederken, deneyimlerle, yaşamla, neşeyle, güçle dopdoludur. Müzisyenler, o andan itibaren en çok da onun için çalarlar. Şarkılar arka arkaya devam eder. Bazen Siganski gibi hızlı şarkılar başlar. Böyle halaylarda daha çok gençler dans eder. Şarkının ortalarında hızdan uçmaya başlarsın. Müzik ve yanındaki insanlar seni taşıyor gibidir. Öylesine güzel ezgilerdir ki bunlar, herkes sevinç ve enerjiyle dolar. Sadece düğün sahiplerinin sevincini paylaşmakla kalmaz Çamdibi insanı, yaşamdaki birçok zorluğa ve acıya rağmen umuda, sevinç ve yaşamın güzelliğine topluca bir övgüdür bu danslar ve müzikler.
Fotoğraf yazara ait, annesinin çiçekleri.
Yazar, Ninem, Babaannem, Piknik ve O isimli yazısında çocukluğunun Çamdibi’ndeki yeşil alanlardan söz etmişti. Okumak isteyen için: https://senlik.org/2021/03/ninem-babaannem-piknik-ve-o/
Bir not: Yazara “Şarkının ortalarında hızdan uçmaya başlarsın.” diye anlattığı halaylardan en çok hangisini sevdiğini sorduk. Grup Orbiti’nin Siganski yorumunu paylaştı bizimle. Çamdibi’nin müziğini, ritmini işitmek isteyenler için videonun bağlantısını ekliyoruz: https://www.youtube.com/watch?v=mEYrOjRC_QU
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
“Kalbinden Dans Edenlerin Semti: Çamdibi&rdquo için 1 yorum