Geçtiğimiz koca bir seneyi, ardımda bıraktığım arkadaşlarımla mektuplaşa mektuplaşa, okyanus ötelerinde geçirmişim. On dokuz yaşında var yokum, herkesler yerleşmiş evini yurdunu bulmuş. Ben yeni taşınıyorum İstanbul’a. Merak ediyorum neler yaşadılar ben yokken, nerelerde yaşıyorlar? Şehre adımımı atar atmaz da arkadaşımın Cihangir’deki, üç erkek kaldıkları bodrum katına geliyorum. Biraz derbeder, biraz virane, çokça pis bir ev. Tek güzel yanı: Apartmanın arkasındaki denize bakan otoparka hemen bir kapı açılıyor mutfaktan. Bu kapının önüne masa falan atılsa, bu otoparkı bahçe gibi hayal etsek diye düşünürken bir ses beni bölüyor:
-Cemre allah n’etmesin seni, otoparktaki bütün kedileri alaydın eve bari…
-Eee almamış mıyım ki? Soğuk dışarısı, soğuk!
-Allah’ın delisi, acil Lale’yle tanıştırmak lazım seni ha… İki deli kadın… Gülüyor. Hoşuma gitmiyor söyledikleri pek ama aldırmıyorum eheh hüheh bir şeyler yapıyorum ben de.
-Lale kim?
-İki kat yukarımızda yaşıyor, çok sevdi bizi bir şekilde. Biz de anlamadık. Seksen yaşında bir kadın. Şairmiş, lisede okurdun sen sanki…
-NEEE!!! LALE M. Mİ YOKSA? Yok artık dalga geçiyorsun benle…
-Vallahi bak, akşama gidelim de gör.
-Ne demek akşama gidelim, niye gidelim, ha diyince gidebiliyor muyuz canım kadının evine, saçmalama allasen bizle mi uğraşsın? Yapamam ben öyle şey, hem ne konuşucaz ya? Yok yok gerilirim ben.
-Valla o geliyor ama ha diyince bize. Kedisi falan kaçıyor, kedi diye geliyor bir saat oturuyor sonra. Seviyor gençlerle takılmayı çok.
Gülüyor anlatırken. Ben şaşırıyorum, kafamda hiç öyle bir Lale M. canlanmıyor. Merak ediyorum doğrusu ama çok da geriliyorum “Yok yok, almayayım canım ben. Akşama planım var benim hem.” diye kestirip atıyorum.
Akşam güç bela ikna ediyorlar beni Lalelere çıkmaya. Laleler?!! “Amanın neler diyoruz, neler yapıyoruz biz ya?” diyerek parmaklarımın ucuna basa basa sürükleniyorum Lalelerin kapısına. Lale nasıl mutlu açıyor kapıyı, “Hoşgeldiniz çocuklar.” diye. Onun bu mutluğu beni biraz rahatlatsa da, içeri girdiğim an elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırmış bir vaziyette duvardaki onlarca yağlı boya portreye, oto-portreye kilitleniyor bakışlarım. Galiba kendi yapmış bu resimleri. Koyu, yaldızlı boyalar kullanılmış hep, her baktığıma takılı kalıyor gözlerim. Tam “Sergi salonu değil burası Cemre.” diye takılı kalmış gözlerimi kurtarıp popomun ucunu bana gösterilen koltuğa iliştirmeyi başarıyorum ki bu sefer de orta sehpada çerçeveli siyah beyaz bir fotoğraf. Fotoğrafta sarılmış bir çift, kocaman çıkmış kafaları. Fotoğraf bana bakıyor, ben fotoğrafa, fotoğraf bana, ben… Ben Lale’ye değil, Lale bana. Lale niye bu kadar uzun bakıyor bana? Bakma Lale, bakma!
“Nereden geldim şu eve?” Bir sıcak basıyor beni, hırkamı çıkarıyorum. Lale bir türlü komşu Lale’ye geçemiyor bende. Beyin kanaması geçirişini anlatıyor bizim çocuklara uzun uzun. Ben bunların hepsini şiirlerinden biliyorum, bu evi bile sanki… Sen Ferrarili bir beyefendi olacaksın/ Ben karanlık bir evde münzevi/ ta ki iyileşene kadar/ ta ki iyileşene kadar. “Münzeviliğini bozuyoruz işte kadının.” diye düşünüyorum içimden.
Lale fonda kâbuslarını anlatırken kafamı kaldırıp Lale’ye bakıyorum ilk defa. Bakışlarını kilitliyor bana sanki. Uzun uzun kâbuslarını anlatmaya devam ediyor. “Ah diyorum Cemre, kızım sen misin teklifsizce içeri giren, al bakalım şimdi, hak ediyorsun bunları hep.” Sonra diyorum ki, “Amma da dramatik yaşadın ha, ne var işte kadın anlatıyor. İki üç karanlık şiirini okudun diye lisede…” Sanki korkuyorum bu evden, ne var yahu? Ev işte, ev derken Lale’nin kedisi kıyın kıyın yanaşıp pat diye poposunu koyuyor bacaklarıma. Bana bir rahatlama geliyor. Ama bu sefer de utanıyorum bu kadar gerildiğime, ayıp olmuştur kadına diyorum.
Derken “Dodo size kahve yapsın.” diyor Lale. Dodo bakıcısı sanırım. Dodo’ya bakıp “Yok hiç gerek yok, zahmet etmeyin.” diyecek oluyorum ki, Lale elini hafifçe havaya kaldırıp susturuyor beni. Lale kahve içemiyormuş, çünkü bu saatte içerse uyuyamıyormuş. Onun yerine biz içelim istiyor. Ben rahatsızım Dodo’nun bize kahve yapmasından, bizimkilerin umurunda değil. Gidiyorum mutfağa Dodo’nun elinden kapıp getiriyorum kahveleri, Lale suratıma bakıyor yine dikkatli dikkatli. Bakma Lale, bakma!
Ben “Kahveleri de içtiğimize göre hadi kalksak mı?” bakışlarımı atıyorum bizimkilere.
Lale “Kapat bakayım sen o fincanı!” diyor bana, “Sana bir fal bakayım.”
Şaşkınlıkla “Ben mi?” diye soruyorum. “Kapat kapat.” diye gaza geliyor bizimkiler de. Kapıyorum fincanı, soğumasını bekliyoruz. Lale büyük bir ustalıkla alıyor fincanı eline, yavaşça kaldırıyor. Uzun bir sessizlik. Dikkatle bakıyor fincana:
-Sen diyor, hep korkmuşsun, birine rahatsızlık verir miyim, sıkar mıyım, üzer miyim diye. Ama bir o kadar da başının dikine gitmişsin.
Hep git, senin başının dikinde güzel şeyler var, ben görüyorum.
İçim ısınıyor bir anda komşu Lale’ye, ay hatta bir gözüm mü doluyor n’oluyor? Hevesle “Eee başka ne var?” diyorum “Başka ne görüyorsunuz?” Bir yandan kucağıma iyice kurulan kediyi seviyorum.
Görsel Banu Akkalkan‘ın çalışmasıdır.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Harika yazı, ah Lale Müldür. Yıllar önce Antalya’da bir kitapçıda imza günü vardı. Tamamen tesadüfi girdim içeri. Hadi dedim girmişken bir de imza alayım. Aldım kitabı, girdim sıraya. Kitabı uzattım, bana baktı: “Ben sizi tanıyorum” dedi. “Olamaz” dedim, “ben hiç İstanbul’da yaşamadım”. “Burdan değil zaten, öbür taraftan” dedi. Yutkundum, geveledim bir şeyler. Sonra kitabı şöyle imzaladı: “Ruh eşime”.
Harika yazı. Çok renkli, görseli ve anlatımı da capcanlı. Çok sevdim. <3 Ben de ergenlik aşkım Şebnem Ferah'ı bir kitapçıda görmüştüm 14-15 yaşındayken. "Gidemem yanına, ayıp rahatsız edemem bana ne" diye ağlarken annem zorla kadının önüne atmıştı beni. Sonra Şebnemciğim "gel sana bir sarılayım" deyip tuttu beni kocaman sarıldı. Ben şok 🙂