Pek çok kere uzaklara taşınmış biri olarak biliyorum ki taşınmanın en zor yanı yeniden sosyal ağ kurmak. Bakkal, kasap her şekilde bulunuyor da spontane “Gel bir kahve içelim.” diyecek insan, o kahveyi de gülmekten püskürte püskürte içecek dost kolay bulunmuyor. Şehir dışında, hiç manevi bağımın olmadığı, zihin haritamda olmayan bir semte taşınma fikri belki de bu yüzden beni uzun zaman zorladı. Ama çeşitli nedenlerle taşındık işte. Yakın arkadaşım Selcen “Merak etme.” dedi, “Mahallede bir atölye yaparsın, tanışırsın herkesle.”
Bir gün çocuk parkında genç bir çift ile tanıştım. Pandemi başlayınca şehri bırakıp burada anne babayla yaşamaya gelmişler. Yakında okula gitmiş Levent, ormanda gezmeyi, mantar toplamayı severmiş. Her ne kadar burayı yaşanacak yer olarak görmüyor, ailecek yurt dışı hayalleri kuruyor olsalar da “Buranın ormanları…” dedi, “Mantarları…” dedi, “Dünyanın en kıymetli mantarı var burada, kucak kucak da porçiniler.” Merak penceremi açtı. Biraz daha sorunca “Ömerli’yi asıl babam bilir.” dedi; “Eskilerdendir, nüfus kütük numarası 001.” Böylece Mahalle Mantarı fikri doğdu. “Ben kimyacıyım mantara bakayım da ne göreceğim?” dedim. Tarihçi arkadaşım İklil “Dur ben de Osmanlı Arşivlerinde mahalle hakkında ne bulacağım? Bir araştırayım.” dedi.
Kimya için pek kimseyle konuşulmuyor, ama sosyal bilimler insan tanıyor, çok zevkli. İsmail Bey ve eşi Suna Hanım’a bir gün İklil ile kahveye gittik, Suna Hanım’ın bahçesinden ıhlamur eşliğinde onlar anlattı biz dinledik; kuru kuru değil, gözümüzde canlanarak.
Mutlu ailesi Ömerli’nin en eski ailelerinden. İsmail Bey, çocukluğundaki Ömerli’nin içinden geçen her yerinden su içilebilen tertemiz Riva deresini, 1970’lere kadar bazı yerlerinde tutulabilen 20 kiloluk balıkları, ikindi üstlerinde su üstünde nazlı nazlı gezinen turnaları, dere etrafındaki bahçelerde yetişen her türlü sebze meyveyi, buğday arpa, yulaf, çavdar ve mısırı anlattı.
Çocukluğundaki değerler ve doğal kaynakların hızla kaybına üzüntüyle tanık olan İsmail Bey’in yakın zamanda kaybettiği babası ona kendi annesini ve o zamanın insanlarının nasıl metanetli, sağlam karakterli, “helal ve haram” bilen insanlar olduğunu anlatırmış. Vesile Anne çok cesur bir kadınmış, ölülerden korkmaz, ancak yaşayan insanlardan korkarmış.
O zamanlar Ömerli köyünün elli kadar hanesinde iki yüz baş hayvan yaşarmış. Bu hayvanlar sabah ahırlarından salınır, sürü halinde köyün sığırtmacı tarafından ovaya götürülür, otlatılırmış. Hayvanlar akşamüstü dereden su içer, köy içine gelince evlerini bilir, kendiliklerinden ahırlarına dönerlermiş. Arada toruna bakıp gelen Suna Hanım burada tatlı bir gülümsemeyle ekledi:
-Eğitimli hayvanlar.
Bazen inek veya koyunlardan akşam eve dönmeyen olursa köyün kadınları Vesile Anne’ye gelir, eve dönmeyen hayvanlarını yememeleri için Vesile Anne’den kurtların ağızlarını bağlamasını isterlermiş. Vesile Anne, dua edip uçkurundaki ipleri bağlar, “Tamam kızım, şimdi git, hayvanlarına bir şey olmayacak Allah’ın izniyle. Ancak hayvanların eve geri geldiklerinde bana haber ver ki, düğümleri açayım, kurtlar da aç kalmasın. Yazık.” dermiş.
İnsan kadar kurtları da düşünen kadının Şenlik’e yakışacağını düşündüm.
Fotoğraf: Yazardam.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Vesile Anne ne hoş anılara vesile olmuş.
Hakikaten de yaptın bir atölye, pek çok kişiyi dinledin/tanıdın 🙂 nicelerine inşallah! İçinde mandalardan bahsedilecek gelecek yazımızda Vesile Anne’yi bir kez daha analim.