Adadaki eve annemler taşınma kararı alınca, oturduğum evi boşaltmak zorunda kalıyorum. Ama başka adalar da, şehir de sempatik gelmiyor. Bütün arkadaşlarım, komşularım burada, kendi düzenim var. Çıkıp yürüdüğüm yolum, oturmayı sevdiğim bankım, çay içmeye gittiğim bir tüpçü arkadaşım, lakerda yapmayı öğreteceği sözünü aldığım balıkçı, ayçöreği sohbeti yapabildiğim fırıncı kadın ve beslediğim balkon kedilerim İbiş ve Külah var mesela.
Ama ev bulmak eskisi kadar kolay değil artık, fiyatlar fırlamış, pazarlık neredeyse imkânsız. Benim kazandığım da belli.
Bir gün yine ev bulma umuduyla gezinirken, başka adadan bir arkadaşımla karşılaşıyorum, bankada işi varmış, şimdi de Mösyö Angelo’ya gidiyormuş, tanımıyorum Mösyö Angelo’yu. Ev aradığımı anlatıyorum, sonra evin orada vedalaşıyoruz, işi erken biterse arayacak.
Ben de mutsuzca dolaşıyorum, evlere baka baka. “Herhalde bir iki saat geçmiştir artık, eve döneyim de çalışayım.” derken telefonum çalıyor, şans eseri duyuyorum. Ekaterina. Beni Mösyö Angelo’ya çağırıyor. Bir müştemilat varmış kiralık, Mösyö Angelo’nun yanındaki eve ait. Koşa koşa gidiyorum eve. Mösyö Angelo’yla tanışıyorum, çok tatlı, yaşlı bir adam. Kahve yapıyor, bir yandan da “Kızım o ev tutulmuş, şimdi konuştum. Hiç de sevmediğim bi adama vermişler.” diye anlatıyor. “Önemli değil.” diyorum, “Zaten sohbete geldim. Böylesi daha güzel olacak.”
Başlıyor anlatmaya. Anlatıyor da anlatıyor, anlatıyor da anlatıyor. Eski esnafı anlatıyor; ciğerciler, balıkçılar… Midye dolma anlatıyor, kızartma yapmanın inceliklerini, taratoru, domates sosunu, favayı, ciğer tavayı. Ben de soruyorum da soruyorum. Müzisyenleri anlatıyor. Sonunda anlaşılıyor ki Mösyö Angelo eski meyhaneciymiş. Müzik açılıyor ve içeri koşuyor Mösyö Angelo ve bir şişe “Mini” marka uzo ve üç uzo bardağıyla geliyor. “Sosyalist misiniz?” diyor, ne demem gerektiğini bilemiyorum. Arkadaşım kaş göz işaretiyle “İçmek istiyor musun? Evet de.” diyor, “Tabii ki.” diyorum abartarak ve Mini içmeye hak kazanıyorum. Bardaklar dolduruluyor. Ada’nın arka tarafında bir evde bahçedeyiz, bahçe kocaman ve vahşi, etrafta benim sarı yağlıboya çiçekleri dediğim çiçekler ve beyaz çan çiçekleri açmış. Çok hafiiif ve hoş bir koku yayıyor. Yukarıdan demirlemek zorunda kalmış sıra bekleyen gemileri görüyoruz. Ayrıca ebegümeciler var; dev yapraklı, tam dolmalık. Rezene var, kuzukulağı var. Mösyö Angelo’nun çiçekleri de var ama henüz açmamış. Her şey çok güzel, bana filmleri hatırlatıyor. Minilerimizi içiyoruz, arkadaşım ve Angelo Amca şarkılar söylüyor, ben de melodisini bildiklerime “Lalalala…” diye eşlik ediyorum.
Bir türlü kalkamıyorum. Tam kalkmaya yelteniyorum, Mösyö Angelo biraz daha Mini doldurup yeni bir hikâyeye başlıyor. En sonunda diyor ki, “Acıkmadınız mı yahu? Hadi yemek yiyelim.” Ve mutfağa koşuyor, beni de çağırıyor. Madem öğrenmeye hevesliyim, hadi bakalım yardım edeyim. “Dolabı aç.” diyor, “Alttan maydanoz çıkar bakalım, onları güzelce yıka ve kıy.” Dediklerini yapıyorum. O da, servis tabaklarını hazır ediyor. Tekrar dolabı açıp dolaptan çeşitli cam kapaklı kaplar çıkarıyorum. İçlerinde kızartmalar, dolmalar, pilakiler, adını bilmediğim bir takım ot kavurmaları ve bir tanesinde de su içinde yüzen, üç adet beyazımsı, grimsi şey olan kaplar.
Başkasının evinde yemek yemek hep beni tedirgin etmiştir. Et yemediğim için, evinde yemek yediğim insanlar hep ya doymadığımı sanır ve patlayana kadar yemek zorunda kalırım ya da neden et yememe? konusunda anlamsız, bitmek bilmeyen sohbetler olur. Her seferinde. Oysa ki ben, ne onların et yiyor olmasını ne de et yemiyor olmamı hiç dert etmiyorum. Ekmek varsa ya da sadece meyve, başka bir şey olmasa bile doyarım ben. Doymazsam da doymam. Ne önemi var ki? Uzatmayalım. Keyfimize bakalım.
Tek tek cam kapları açıp yemekleri servis tabaklarına çıkarıyoruz. En son suda yüzenlere geliyor sıra. Ben “Herhalde haşlama peynir olsa gerek, enteresan!” diye düşünürken “Aç da şurada dilimleyiver!” diyor Mösyö Angelo. Tam denileni yapacakken yüzen şeyle göz göze geliyoruz. Haşlanmış bir beyin ve iki beyin arkadaşı. Bu; balık pazarındaki kellecinin, bir kafatasını kırarken arkadaşımın birasının içine uçan, kemiğe yapışmış beyin parçasından beri ilk kez karşılaşmam beyinle. Zar zor da olsa bana denileni yapıp dilimliyorum, o kadar yumuşak ve o kadar kokulu ki midem bulanıyor. Sonra limon sıkıyorum, sıkarken de kokusu elimden çıksın diye çaktırmadan ellerimi ovuyorum limonun kabuğuyla. Üstüne az karabiber ve az evvel kıydığım maydanozların bir kısmını serpiştiriyorum.
Artık yemek hazır, bahçeye geçebiliriz. Başlıyoruz Mösyö Angelo’nun nefis mezelerinden yemeye. Kafamda bir plan yapıyorum. Barbunya, arapsaçı, pazı kavurma ve söğüş salata olan bir tabak hazırlıyorum kendime hızlıca. Kızarmış ekmek de alıyorum. Böylece et yeme/yememe sohbeti olmadan yemekten ayrılabileceğim. Yemek yerken eski günlerden bahsediyorlar. Tabağımı bitiriyorum. Geriye sadece patlıcan kızartması ve beyin kalıyor. Aslında patlayacak olmama rağmen kızartma doldurmayı planlıyorum tabağıma bol sosla, ki bana “Doymadın bak!” diyemesinler. Böylece “O kadar doydum ki Angelo Amca, ağzıma lokma atacak halim yok!” diyip beyin yemeden kalkabilirim. Çok akıllıyım ve kendimle gurur duyuyorum biraz. Tam tabağımı kızartmayla doldururken Mösyö Angelo “Aman, çok doyma da, beyinden de ye, beyin söğüşün yeri ayrıdır bizde!” ve başlıyor çeşitli beyin söğüş hikâyeleri anlatmaya.
“Bizde!” Saygısızlık etmek olmaz. Bu sihirli kelime bana daha evvel kuyrukyağı da yedirmişti Diyarbakır’da. Üstelik o sefer ciğerlerin arasına sarımsak dürtmüşler zannederek hem karşımdakini kırmamış olmanın hem de kuyrukyağı yemeden olaydan sıyrılmış olmanın keyfini yaşadığım bir saniyenin ardından, bir koca tabak sumaklı soğan yemek zorunda kalmıştım. Çaresiz, peki diyorum ve yeni bir plan yapıyorum; sosu tabakta bırak, üstüne en ince beyin dilimini al, sosa bula ve çiğnemeden yut, gülümse, nefisti çok sağolun de. Patlıcanlarımla oyalanabildiğim kadar oyalanıyorum derin bir nefes alıp titreyerek beyine uzanıyorum, gözüme kestirdiğim, nispeten ince bir parça var. Aniden Mösyö Angelo, “Aaaa, böyle yenmez ki beyin, tadını alamazsın!” diyip koca bir parça ekmekle “Şlaaps!” diye tabağımdaki sosu sıyırıp tabağı tertemiz ediyor. Elim havada kalıveriyorum. Sonra da bana kocccaman bir dilim beyin veriyor, üstüne limon, karabiber ve maydanoz. “Hadi bakalım, işte böyle yenir!”
Görsel Şenlik Arşivi
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
“Bizde Yeri Ayrıdır&rdquo için 1 yorum