1980'ler

Koca Otobüs

1957’de Ankara’da meydana gelen sel baskınında evleri yıkılmış selzedeler için iki yıl sonra yaptırılan ve uzun vadeli taksitlerle sahiplerine verilmiş dört blokluk Seylap Sitesi bir Babil Kulesi’ydi adeta. Her yöreden, her dinden, her meslek grubundan insan bulmanız mümkündü, kadınların hemen hemen hepsi ev kadınıydı, mebzul miktarda da çocuk vardı.

Anneannem bu bloklardan ilk yapılanın en üst katındaki orta dairenin kurasını çekmişti ve ilerleyen yaşlarında tırmanmakta güçlük çektiği merdivenlere rağmen balkonu, onu ferahlatan esintisi ve neredeyse tüm Yenimahalle’yi gören panoramik manzarası nedeniyle evinden memnundu. Aynı balkona dış kapıları açılan altı daire vardı her katta ve haliyle oldukça iç içe bir yaşam sürdürülüyordu komşularla. Yaşlar ilerledikçe ilginç bir durum da ortaya çıkmıştı o katta, bir daire hariç hepsi eşlerinin ölümü nedeniyle dul kalmış kadınlardı. Kızıyla oturan Ispartalı Nefise; gelini, oğlu ve üç torunuyla o nohut oda, bakla sofa daireye sığmaya çalışan Ankaralı Elif; yetişkin oğullarını İstanbul’a, kocasını da öbür tarafa gönderen, komşularının Ayniyanım diye andığı Ağavni Tantik; bu siteye taşınmadan önce uzun yıllar oturduğu semtle anılan, adı unutulmuş Mamaklı ve herkesin Niğdeli Teyze’si anneannem. İçlerinde bir tek Hatice’nin medeni durumu farklıydı, o da neredeyse tüm komşularla küstü.

Anneannem yaşı itibarıyla dul kadınlardan oluşan bir kabilenin şefi gibiydi, genellikle çalışmaz hizmet ettirirdi. Kimi pişirdiği yemekten bir tas getirir, kimi söküğünü dikiğini halleder kimi çarşı alışverişini yapar, kimi çöpünü indirir; anneannemse müdanaasız, kızıverdiği anda hepsinin ağzının payını verirdi. En hamaratı Mamaklı idi; kabileyi evine toplar, yedirir, içirir, yıkar, saçlarını tarar; pijama, gecelik diker; battaniye, yelek örüp hediye eder; hiçbirinden de zerre yüksünmezdi. Canı sıkılanın, yorulanın mola verdiği bir köy kahvesiydi âdeta evi.

Bunca komşunun, yarenin arasında pek sıkıntısı olmazdı anneannemin, zaten darlandığında annem yetişir, her ay ihtiyacı olan parayı da büyük dayım gönderirdi. Küçük dayımın görevi ise anneannemi endişelendirmekti, hemen hemen günaşırı bu katkıyı yapardı eksik olmasın ama her daim annesinin “öksüzü, tırnak kadar eti” olduğu için o endişe anneannemin olmazsa olmazı, bir yerde yaşam kaynağıydı.

Kendince bir düzen tutturmuş yaşayıp gidiyordu ama tek bir eksiği vardı anneannemin: Renkli televizyon. Halihazırda siyah-beyaz televizyonu vardı ama hani onun yerine bir renkli olsa hoş olmaz mıydı? Bu isteğin adresi büyük dayım oldu ve anneannem sonunda muradına erdi. Dayım bir gün elinde kıpkırmızı, küçük boy, portatif bir televizyon ile çıkıp geldi. Anneannem coşkulara gark oldu. Nerelere koyacağını, nasıl sevip okşayacağını bilemedi, âdeta bir ev hayvanı imiş gibi muamele ediyordu televizyona. Günde üç-beş kere tozunu alıyor, kazara misafir gelen çocuklardan biri elini değse azarlıyor, uzun süre çalıştıysa kapatıp biraz dinlendiriyor, kendinden başka kimsenin açıp kapatmasına izin vermiyordu. Daireler aynı ortak balkona açıldığı için anneannemin sürekli oturduğu odanın penceresi balkona bakıyordu, yani evinden çıkıp merdivene yürüyen biri, perde açıksa içeriyi rahatlıkla görebilirdi, anneannem asla perde kapatmazdı, içeriye ışık girsin ve manzarayı perde arkasından değil de doğrudan camdan görsün isterdi. Bu durum televizyon açısından biraz tehlike yaratıyordu. Ya birisi anneannem evde yokken camdan bakar, onun yokluğunu fark eder ve eve girip kıymetli televizyonu çalarsa? O zaman ne yapmalı? Bir yere giderken somyanın altına saklamalı ki kimseler göremesin. Anlayacağınız, televizyonun kıymeti beylerde, paşalarda yoktu.

Bir yaz günü anneannemi ziyarete gittik çoluk çocuk. Oğlum küçük, onca büyük insanın arasında sıkılınca anneannem, torun çocuğu hatırına televizyonuna kıydı ve “Dur sana açayım da çizgi film seyret.” dedi. Televizyonu her zaman durduğu odadan getirip prize yakın olduğu için oturduğumuz salondaki kanepeye yerleştirdi. Düğmesine basıp, “Hadi seyret guzum ama elleme.” dedi.

Çizgi film bitince oğlumun ilgisi dağıldı, balkona çıktı, televizyon kapatıldı ama yeri değiştirilmedi. O sırada ergen yaşlardaki kardeşim oğluma bakmak için balkona çıktı, biraz sonra geri gelip ergenlere has sarsaklıkla kendini kanepenin üstüne âdeta attı.

Bilin bakalım oturduğu yerde ne vardı? Evet, kırmızı televizyon, dünyanın en kıymetli cihazı.

Aksiliğe bakın ki açıp kapama düğmesi de kopuvermişti. Anneannemin gözleri çay tabağı boyutunda açıldı, elleri çaresizce televizyona uzandı, bir an sesi çıkmadı, dili boğazına kaçmış gibi garip sesler çıkardı ve sonunda patladı: “Yaha ciğerine ateş düşsün, koca otobüsü görmedin mi?”

!!!

Bazı şeyler öyle sevilir ki başına bir iş geldiğinde olduğundan daha iri algılanabilir!


Editör notu: Yazıda anılan Seylap sitesinden bazı fotoğraflar için şu adrese bakabilirsiniz. Depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle 2014’te yıkılmış anlaşılan site.

Görsel Pixabay

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Koca Otobüs&rdquo için 1 yorum

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: