2000+

Rami’den Çıktım Yola

Rami’ye kütüphane yapılmış. Afili reklamlar dönüyor sosyal medyada, tarihi tonozlu mimaride, genişçe bir binada, şık, modern bir kütüphane. Merak edip araştırdım hemen, meğer eski kuru gıda halini Bayrampaşa’ya Mega Center’a taşıdıktan sonra, oraya ultra lüks site yapmak yerine kütüphane yapmışlar. Şaşırdım, pek de sevindim. 2007’den sonra hiç uğramadığım Rami birden burnumda tütmeye başladı, meğer ne çok özlemişim. Eşime dedim ki bak şimdi Rami’ye gitme zamanı geldi, oradan Eyüp’e geçeriz, oradan da Balat’a, Fener, Ayvansaray, Haliç, Unkapanı derken Eminönü…

Hayali bile güzel bir gezi rotası. Depremdi, seçimlerdi, yağmurdu, rüzgârdı derken gitmek kısmet olmadı. İstanbul’un bir yakasından öbür yakasına hop diye geçip zıp diye gelmek öğrencilikteydi tabii, şimdi çocuğu evden çıkarana kadar geçen sürede, üç semt boyu yürürdüm eskiden. Hey gidi hey…

Beşiktaş’taki üniversiteden Rami’ye gidip geldiğimi duyan arkadaşlarım -İstanbullu olanlar bile- “Orası neresi ki?” diye sorardı, ben konuyu çekici yanından ele alır, “Piyerloti’nin tam karşısında, Haliç’e tepeden bakan semt.” diye penceremdeki manzarayı ballandıra ballandıra anlatırdım. Çektiğim onca tıkış tepiş otobüs yolculuklarını bertaraf edebiliyordum sanki böyle anlatınca.

Nitekim güzel bir manzaram vardı. Yatağımdan doğrulup da karşıya baktığımda, solumda yemyeşil Piyerloti Tepesi, onun altında Eyüp Cami, önümde boylu boyunca Altın Boynuz, penceremden uzanınca hemen Haliç Köprüsü, onun ardından Unkapanı, onun da ardından Galata Köprüsü görünürdü, arada eski Balat köprüsü, Haliç Köprüsü’nün gölgesinde kalırdı. Sol uçta teeee Galata Kulesi, sağ uçta Sarayburnu üzerinde yükselen Topkapı Sarayı, az sağda Ayasofya bütün heybetiyle yükselirdi, pencereden biraz daha boynunu uzatınca Süleymaniye hizasından Sultanahmet ve minareleri…

Hepsini bir karede, ben Rami’nin en yüksek yerinde bir apartmanın çatı katından izliyordum gündüz gece. Fonda bazen Bulutsuzluk Özlemi, bazen de Mor ve Ötesi… Araya fransız aşk şarkıları da serpilirdi; yeşil yazılı Winamp’ın şarkılarını rasgele dinleyince liste böyle karışabilirdi. Her hali ile romantik günlerdi….

Yıldız’da okuyan öğrencilerin yakın semtlerdeki yurt ve evlerde kalmasına zıt bir şekilde benim yolum nasıl düştü bu semte ben de bazen hayret ederim. Üniversite birinci sınıfta Fatih’teki yurduma yakın bir lokasyonda köyden akrabalarımın oturduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Köy ziyaretleri sırasında benim İstanbul’da öğrenci olduğumu öğrenmişler, bana burs vermek isteyen bir hayırsever olduğundan bahsetmişler, numaramı almışlar. Hiç unutmam, bir gün Ramazan ayında iftara davet ettiler. Fatih’ten Rami’ye giden otobüs numaralarını verdiler: 37E Eminönü-Yıldıztabya, 37Y Yıldıztabya-Vezneciler, ikisi de Fatih Fevzipaşa caddesinden geçerler. Adres: Rami dönemecinde inip Arnavut kaldırımlı çarşı yolundan aşağı doğru yürüyünce sağdan üçüncü sokak, soldaki beşinci apartmanın dördüncü katı… Otobüs yurttan verilen adrese, iftar öncesi trafikte yarım saatte gidiyor, dönüşü ise sadece sekiz dakika. Çarşıda hemen solda bir market, sağda kasap var. İleride fırın, daha pek çok dükkân sıra sıra, hangisi, hangi sırada hatırımda kalmamış, muhtemelen değişmiştir de şimdilerde. Sokakları saya saya inerken epey zorlanıyorum, yokuş aşağı inerken kayıyor ayaklarım, babet ayakkabı giymek hiç iyi bir seçim olmamış. Apartmanın sokağı nispeten daha düz, rahatlıyorum, fakat o dar merdivenleri çıkarken de bu kez nefes nefese kalıyorum, çünkü asansör henüz bu semte uğramamış.

İftar güzel geçti, uzak akrabalarım pek bir sevgiyle karşıladılar beni, daha pek çok kez gidip geldim bu eve. Bursumu elden aldım. Kim acaba bu hayırsever diye düşündüğüm kişiye, sık sık bana sadece para değil, bir akraba, aile ortamı ve tabii ki lezzetli yemek yeme şansını da verdiği için minnet duydum hep. Kimdi hiç öğrenemedim. Üzümünü yiyip bağını sormayı bıraktım bir süre sonra. Böyle böyle altı ay gelip gitmeye devam ettim. Her geldiğimde daha uzun saatler geçirdim, evin manzarasını, o manzarayı izlerken pişen ve yenilen yemekleri, o yemeklere eşlik eden sohbetleri de pek sevdim.

O esnada yurtta deprem tadilatı söylentileri dolaşır, hiçbir tamirat yapılmazdı, tesisatlar çürük, rutubet kokulu koridorlarda boyalar dökülürdü. Kuru sandalye dışında oturulacak yumuşak bir yer bulmak neredeyse imkânsızdı, eski püskü koltukların olduğu televizyon odasında köşe kapmaca oynanırdı. Belim ağrıyordu bu konforsuzluktan, yemekhanede pis tabaklar, katlarda gezen farelerden kaçış için yurttan bir iki arkadaşımla ev aradığımız, pahalılıktan gez gez bir iki göz yer bulamadığımız, umutsuz bir zamanda durumuma kayıtsız kalamayan akrabalarım el uzattılar bana. Pek bir acımışlardı halime, artık nasıl anlatıyorsam içinde bulunduğum duruma da üzülmüşlerdi, “Bizim üst kat boş, gel kiracımız ol.” dediler. İki oda, bir mutfak, bir banyo, kocaman teras ve muhteşem bir manzara, cüzi miktar bir kira.

En samimi olduğum oda arkadaşımı da aldım yanıma taşındım hızlıca, birer bavul elimizde, ne tas ne tabak, kitap ve defter dışında mevsimlik kıyafet o kadar. Belediyeden koltuk, buzdolabı bulduk, komşulardan halı, perde ayarlandı. Ocak ve termosifon Rami’deki çarşıdan alındı. Tabak çanak da memleketlerden, ev sahibinden, ev sahibinin kardeşinin evinden derlendi toparlandı. Çamaşırları terastaki akrabalarımın makinesinde yıkadık, günlere göre sıra ayarladık. Bulaşıkları elimizde yıkadık. Yumuşak minderlere oturup, temiz çarşaflarda uyumaktan mutlu olduk.

Rami’nin tepesinde kalan apartmandan Eyüp’e alçalan yokuşu, kestirmeden dikine yüz seksen küsur merdivenle inebiliyorduk. 99A Gaziosmanpaşa-Eminönü, 55T Gaziosmanpaşa-Taksim otobüsleri, Haliç’in Balat, Fener, Unkapanı sahillerinden, seyri güzel, çilesi büyük yolculuğu ile okula giden yolu yarılıyorduk. 55 numaralı Şişli-Gaziosmanpaşa otobüsü ise Ayvansaray’dan Cevahir AVM’ye kadar yol alıyordu. Dönüşümüz merdiven çıkmamak için Fatih güzergâhından oluyordu; Edirnekapı, Demirkapı, Topçular ve Rami. İndiğimiz durak hemen halin önüydü.

Epey çeşitli ulaşım seçeneklerimiz olsa da okula uzaklık bir hayli yoruyordu. Yine de yurtta olmayı, sadece bize ait olan odalarımızda, evimizde olmaya tercih etmezdik. Evimize koşa koşa gelir, makarna mı köfte mi, yumurta mı Menemen mi, kısıtlı da olsa arkadaşımla birlikte karar verip hazırladığımız yemekleri afiyetle yerdik. Akrabalardan gizli, pencereden uzanıp içtiğim sigaraların keyfini asla unutamıyorum. Şimdi düşününce gizli kalması asla mümkün olamazdı, koku kuş kadar apartmanda illaki yayılır, alt pencerenin doğalgaz havalandırmasından akrabalarımın mutfağına dolardı. Tabii o yıllarda ben gizli kaldığını sanırdım. Aldığım bursu sigaraya harcıyor olmanın vicdan azabını bir şekilde bastırmaya ihtiyacım vardı belki de.

Terasımızda martılar olurdu her daim. Yan apartmanın çatısında yavrularlar, biz o yavruları ekmek kırıntıları ile beslerdik. Çirkin martı yavruları az büyüyünce kargalarla kavga eder, ekmek parçalarını kapışırlardı. Ben bu kez de her zaman çamaşır asılı terasta gizli kaldığını düşünerek tüttürürdüm sigaramı, yağmurlu havalarda daha da büyük keyif alırdım. Nescafe üçü bir aradanın da eşlik ettiği anlara ait o buğulu manzara hep hatırımda…

Misafirlerimiz de oluyordu, kardeş, kuzen, arkadaş, öğrenci, bekâr, kimin yolu İstanbul’a düşerse ya da yurt saati geçince sokakta kalırsa geliyordu evimize. Hafta sonuna denk geliyorsa İllaki Piyerloti’ye çıkılıyordu misafirlerle, henüz teleferik yoktu o zamanlar, yokuş yukarı nefes nefese çıkıp içilecek çaylar ve kahvelerin yanında simit ya da gözlemenin tadına o yorgunlukla daha iyi varılıyordu. Eyüp Cami illaki ziyaret ediliyor, Eyüp çarşısında dükkânlar geziliyor, oyuncakçıların önünden geçilip sahile iniliyordu, şanslı olanlar Feshane’de bir etkinliğe denk geliyor, yolumuz illaki Eminönü’ne, Taksime düşüyordu.

Heybetli Fener Rum Patrikhanesi’nin önünden geçiyorduk her gün, o Bulgar kilisesine her defasında hayranlıkla bakıyorduk. Fener’de yolun çatallaştığı yerde tarihi bir bina yer alıyordu, onun ne olduğunu bilmiyorduk. Sonra sonra Kadın Eserleri Kütüphanesi olduğunu yüksek lisans tezime kaynak araştırması yapmak için gittiğimde öğrendim. Hayıflandım da biraz, o zamanlar bilseydim kütüphane olduğunu mutlaka ziyaret ederdim.

Balat semti de henüz bugünkü gibi renkli ve turistik değildi, yanlışlıkla durağında bile inmezdik. Akmayan trafikte yol kenarındaki yıkık dökük binaları incelemek keyif vermezdi.

Acaba hâlâ yarı yıkık dökük, terkedilmiş izbe bir haldeler mi? Yoksa turistler için renklendirildiler mi onlar da? İnsanlar, ya insanlara ne oldu? Mahalle kültürünün yaşandığı, bakkalın herkesi tanıdığı, kar yağdığında yokuşlarında bütün mahalleli çocukların naylon leğenlerle kızak kaydığı, baharda yokuşa rağmen yukarda bir, aşağıda üç kaleci ile top oynadıkları, o kendince muhafazakâr mahalleliye ne oldu acaba? İki buçuk sene yaşadığım Rami’yi, artık manzarasına bakmaz olduğum; derslerin ağırlaşması, staj dertleri, trafik çilesi, parasızlık ve aşk acısı çektiğim sıkıntılı bir dönemde terk ettiğimden bu yana görmedim hiç. On yedi sene geçmiş üzerinden. Gıda Halinden kütüphane olan semtte kim bilir ne değişiklikler olmuştur?

Gidip görmeli ilk fırsatta, daha neler dönüştü acaba kenti güzelleştirmek adına diye düşünürken bu yazı henüz tamamlanmadan yolumuz Haliç Kürek Sporları tesisine düştü. Hafta sonu açılışı yapılan tesiste belediyenin düzenlediği yarışlarda üyesi olduğum takımdan arkadaşlarımın yarışlarını izlemeye gittik. Bu kez Hasköy’den baktım doya doya Altın Boynuz’a boylu boyunca, karşımda Ayvansaray surları, ileride Süleymaniye, Sultanahmet ve Ayasofya yerli yerinde. Modern bir spor tesisinde, sporcular ve cıvıl cıvıl bir ortam. Haliç Köprüsü’nün ayaklarında rengarenk bir cümbüş kurulmuş. Eski bir kadın dostumla da karşılaştım yarışlar esnasında, kısa bir sohbette yine gittik geldik öğrencilik yıllarımıza.

İnsanlar, hayatlar, şehir değişiyor. Zevklerimiz, alışkanlıklarımız, işlerimiz değişiyor. Dostluk kalıcı oysa, tıpkı şehrin tarihi gibi. Deniz kıyısından geçen tramvayla ya da yeni şehir hatları vapuruyla, hatta her zamanki otobüslerle yolculuk edilse de seyir aynı, deniz aynı, kiliseler orada, cami orada… Bir zaman tünelinden geçiyorum sanki, surların içinden geçip dönmüşüm geçmişten. Anılar, hatıralar, eski dostlarla geçen bir günde, Piyerloti’den Ayasofya’ya muhteşem bir panorama içinde Rami’den yola çıkıp Haliç’e varıyorum yeniden.


Görsel : Şenlik Arşivi

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Rami’den Çıktım Yola&rdquo için 2 yorum

  1. Sıcak bir üslup ile Rami adlı semti görmeyi arzu ettirdi. Kışlayı bilirdim. ama Haliç i bu kadar yakından gören ve merdivenleri olan semtini tanımamışım İstanbul’un ….

    • TuğbaKA

      Kendine has mütevazi bir İstanbul semti Rami. Son zamanlarda değişti mi henüz göremedim 🙂
      Yorumunuz için teşekkürler 🙏

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: