1950'ler 1960'lar

Evlerin Müziği

Bir insan ömründe kaç evde yaşar? Kaçı gerçekten evdir, kaçı gelip geçici bir barınma yeri?

Doğmadığım halde, babamın nüfus müdürü arkadaşının jesti nedeniyle, doğum yeri hanemde Meriç yazar. Bir ev hatırlamıyorum haliyle 1,5 yaşında ayrıldığım o kasabadan. Sadece bol yeşilli bir bahçe var hafızamda; o da hatırlama mı, anlatılan mı emin değilim.

Meşhur bir gırnatacı yaşarmış Meriç’te ve her sabah benim o hatırlamadığım evimizin önünden geçermiş. Babamla annem yeni evli, annem pek genç ve güzel. Kıskanmış babam, adamı durdurmuş bir gün yolda, “Bir daha buradan geçmeyeceksin.” demiş. Şaşırmış gırnatacı, “Neden?” demiş. “Öyle işte!” demiş babam, “Ben istemiyorum, arka yoldan git.” “Ama abi…” demiş durumdan habersiz adamcağız, “O yol çok uzak düşüyor.” Bu olay yıllarca anlatılıp gülündü aile arasında, babamın toy kıskançlığı ayıplanarak. O yüzden hatırlamasam da Meriç’teki ev hep bir klarnet sesidir kulaklarımda.

Sırada Konya/Karapınar var. İki katlı, tahta zeminli bir evde yaşıyoruz üç yaşıma kadar. Henüz masa alacak paraları olmadığı için yere kurulan sofralarla, babamın yaptığı ufacık bostana gübre olsun diye attığı keçi pisliklerini çok sevdiğim zeytin sanarak yemeye kalkmalarımla, taşların arasına saklanan civcivleri ararken düşüp alnımda yadigâr kalan yara izimle, annemin durmaksızın söylediği hasret şarkılarıyla hayal meyal hatırlıyorum o evi. Haliyle melodisi de “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” olarak kalıyor.

Sonra dedem ölüyor, anneannemi yalnız bırakmamak için Ankara’ya taşınıyoruz, doğduğum ama doğum yerim olarak yazılmayan şehre.

Bir evimiz var ama bizim değil, anneannemin evi. Biraz kadersiz bir ev. Önce 1957 yılındaki Hatip Çayı taşkınında büyük bölümü yıkılıyor, dedemin gayretleriyle tamir edilip tekrar oturulmaya başlanıyor. Bu defa da Devr-i Menderes’te öğrenci yurdu yapılmak üzere istimlak ediliyor. Dedemin ölümü ve istimlak arasındaki bir yıllık süre; benden dokuz yaş büyük afacan dayımla didişerek, anneannemden zavallı öksüz oğlunu(!) üzdüğüm için sürekli azar işiterek, bahçelerde koşturarak ve her seferinde komşunun kazları tarafından kovalanarak geçiyor. Ev yıkılınca zorunlu olarak yakın bir mahalleye, Saimekadın’a taşınıyoruz cümbür cemaat. Bu evin melodisi biraz eksantrik oluyor: Kaz tıslaması.

Artık yaşadığım yerleri hatırlayacak kadar büyümüş oluyorum. İki katlı bir binanın ahşap bir merdivenle çıkılan ikinci katındayız bu defa. Devamlı oturulan ve kışları gürül gürül yanan Şakir Zümre sobanın ısıttığı, genişçe bir sofanın yanı sıra üç büyük odası daha mevcut. Çok arkadaş var bu mahallede, güzel havalarda hep sokaklardayım. Öğle uykusuna yatarsam anneannem ödül olarak çocuk bahçesine götürüyor ve yolda “Kuşlubaş” alıyor. Kuşlubaş diye bir şey yok esasen, o benim kâğıt helvaya verdiğim uydurma isim çünkü göbek kısmında kuş kabartması var.

Bu evden hatırladığım en önemli olay sokak lambasındaki arızayı tamir için gelen görevlinin, direğin tepesindeyken, elektrik cereyanına kapılıp yere düşmesi ve gözümüzün önünde ölmesi. Hemen arkamızda Demirlibahçe İlkokulu var, öğretmenlerinden biri de radyo sanatçısı Muazzez Türüng. O okula gideceğimi ve öğretmenimin Muazzez Türüng olacağını düşlüyorum ama düşler her zaman gerçekleşmiyor. Bir yılın sonunda sel felaketzedeleri için yaptırılan evler bitiyor, taşınıyoruz. Bir yıllık evimizin melodisi de öğrencisi olamadığım Muazzez Türüng’ün “Mektebin Bacaları” türküsü oluyor.

Yeni ev, Ankara’nın yeni kurulan semtlerinden Yenimahalle’de. Selzedelere tahsis edildiği için “Seylap Evleri” adını almış, dört blokluk bir sitede. Kurasını çekmeye gittiğimizde çocuk aklımı kaçıracaktım. Bir rüya gibi hatırlarım o günü, baharın en çılgın demleriydi ve sitenin çevresi papatyaların, gelinciklerin, ballıbabaların yemyeşil otların arasından fışkırdığı; arıların, kelebeklerin uçuştuğu bakir bir alandı. O güne kadar denk gelmediğim bir doğa coşkusu yaşıyordum. Çevrenin bu doğallığı 13 yıl sonra oradan taşındığımızda bile devam ediyordu, çok sonraları başladı betonlaşma.

Anneanneme ön cepheden panoramik Yenimahalle, arka cepheden Ankara manzaralı dördüncü kattan bir daire düşmüştü. Atatürk Orman Çiftliği sitenin arka tarafındaki tarlaların ardında yemyeşil yayılmış, canımızın istediği anda gitmemiz için bizi çağırıyordu adeta. Bir yıl kadar yine anneanneme eşlik ettik yeni evinde, sonra iki sokak ileride minicik bir bahçe katına taşındık çekirdek aile olarak.

İlk kez kendimi gerçekten evimde hissettiğim yerdi bu nohut oda, bakla sofa ev. Bana o zamanlar cangıl gibi gelen, içinde üç-beş ağacıyla, üzüm asmalı çardağıyla küçük bir de bahçesi vardı. Sanırım annem ve babam da ferahlamışlardı kendi kendilerine kalınca. Hayatımın en güzel zamanlarından biriydi orada geçirdiğim bir yıl. İlkokula orada başladım, ilk kitabımı o evde okudum, bahçesinde oyunlar kurdum, annem ve babamla başbaşa kalmanın güzel bir şey olduğunu orada anladım. Eşyamız az ama mutluyduk. Yaz geceleri ve pazar sabahları bahçede yemek yer, kahvaltı ederdik. Kahvaltı saatinde, tepesine vurmadan çalışmayan siyah radyomuzdan Zehra Eren bize eşlik ederdi alto sesiyle: “Ne olurdu sen benim olsaydın.” Tadına doyamadığım bir yıl geçirdiğim bu evin melodisi o nedenle tangolardır.

Bir yılın sonunda kiracı olarak döndük Babil Kulesi’ne benzeyen Seylap Evleri’ne. Babil Kulesi diyorum çünkü bu dört blokluk sitede Türkiye’nin hemen her yanından insan yaşıyordu. Şiveler, göz ve saç renkleri, giyim kuşam, âdetler birbirine karışıyor; ortak bir potada eriyordu. Hayatımın hiçbir döneminde o sitede yaşadığım komşuluk ilişkilerini yaşamadım. Sitenin tüm kadınları annemiz, tüm erkekleri amcamız, tüm çocuklar kankamızdı.

Dış kapıları aynı balkona açılan altı daire vardı her katta. O kapılar yaz boyu ardına kadar açık kalır, kışları zorunlu olarak kapatılınca da anahtarlar üstünde bırakılırdı ki kim isterse teklifsiz girip çıksın. Çocuk oyun alanı olarak idealdi, koskocaman bahçeler çevrelerdi blokları. Ayrıca merdiven sahanlıkları, uzun, ince ön balkonlar, kömürlük merdivenleri, balkon altları ve bütün bunlar yetmezse sitenin arkasındaki göz alabildiğine uzanan kırlık alanda her çeşit oyunu oynayarak büyüdük biz. Susayınca herhangi bir komşudan su, acıkınca ekmek istedik. Birlikte tatillere gittik, piknikler yaptık, yemekler yedik, televizyonun yeni çıktığı günlerde Şefika Abla ile Zehranım Teyze’yi telesafirlik yaparak bezdirdik. Emel Abla’nın evindeki telefon tüm bloğun emrine amadeydi. Düğünlerde sevindik, cenazelerde ağladık, Hıdrellezlerde aynı gülün dalına dilekler bağladık.

Bir daha da hiçbir evimde bu kadar doğayla iç içe, konu komşuyla yan yana, hesapsız kitapsız, art niyetsiz ilişkiler yaşamadım. Liseyi bitirdiğim yıl başka bir semte taşınırken annemle ikimiz ağlamaktan helak olmuştuk ve kulağımda o güzelim sitenin melodilerini “Yurttan Sesler” korosu söylüyordu.


Görüntü, yazardan.

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Evlerin Müziği&rdquo için 2 yorum

  1. S. Mumcu

    50-60 sene öncesi. Biz de tarih olduk. Hafızana ve ellerine sağlık.

  2. Çok teşekkürler Serpimcim…

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: