Babaannem seksenli yaşlarının sonunda, zayıf, esmer tenli ve onu tanıdığımdan beri hasta bir kadın. Böyle tanımlıyorum çünkü onunla duygusal olarak tanımlayacak kadar yakın değildik. Ona ve onun ailesine dair tanımlayabileceğim kelimeler hep olumsuz özellikler taşıyor.
Son on yıldır alzheimer hastası. Son beş yıldır ise tek başına yaşamını idame ettiremeyecek durumda. Bu yüzden beş çocuğunda, sırasıyla kalması karar kılınsa da hem kişiliğinden kalma hem de alzheimerin vermiş olduğu bir inatçılıkla, hiçbir evladında değil, kendi evinde kalmak son yıllardaki ve hatta sanırım hayatının tamamındaki tek güçlü isteği. Daha önce hiçbir şeyi bu kadar şiddetle istediğini görmemiştim. Ben onu tanıdığımdan beri onun hakkındaki kararları evin büyük oğlu alır. Hatta öyle ki kocasından kalan maaşı ve üç ayda bir aldığı aylığının ne kadarını harcayacağı, bu oğlu tarafından belirlenir. Babannemi temel ihtiyaçlarının dışında kendine bir şey alırken hiç görmedim.
Babaannemin neden o gecekonduya sürekli dönmek istediğini hiç anlamadım. Gecekondu diyorum çünkü zamanının Hollanda tipi denilen iki katlı ama bitişik nizam, bahçeli evlerinden olsa da bakımsızlık o evi köhneleştirdi. Yanına dikilen upuzun binalar, kentsel dönüşüm kapsamına alınan komşu evleri o evi artık olduğundan daha korkunç gösteriyor. Kapkara taş zeminler, sürekli taşan tuvalet gideri, kabaran ve asla kapanmayan delilik beyazı mutfak dolapları, anneciğimin ördüğü masmavi, küçücük ama hiç yıkanmadığı için artık simsiyah olan paspas, soba yandığı halde o oda dahil hiçbir yerin ısınmadığı, iki katlı ve bol beyaz duvarlı, dışı kararmış, içi ise sanki katran karasına bulanmış bu ev ve altmışlı yıllardan kalma kırık ama bantla yapıştırılmış ayna… Bunlar bana hep korkunç geldi. Bir şey eksik bence o evde. Hayır sadece bakımsızlıktan kaynaklı değil, bir şey eksik işte. Belki sevginin sıcaklığı, belki neşe, belki ses, belki de bir misafir.
Bahçesi vardı mesela, çok güzel ve köklü bir erik ağacı vardı, sokağa dökülen dallardan çocuklara hiç erik ikram etmediği için yine çocuklar tarafından kırıldı. Bahçenin gözbebeği o ağaç gittikten sonra tek albenisini de yitirdi ev. Domates ekerdi mesela eskiden babaannem arka bahçesine, güneş almadığı için hep yeşil kalırdı. Babaannemin evinde her ne yapsak yarım kalırdı. Buna rağmen evine dönmek istiyor. Şimdilerde dünyayı sığdırdığını sandığı ama bir kafa kağıdı, bir de evinin anahtarını sakladığı çantasını ısrarla arıyor. Kendini bir yere ait hissediyor olması güzel de, evi ev yapan niteliklerden yoksunken bir ev, nasıl hâlâ dönebileceğimiz yer olur?
Döneceğimiz yerler bizim evimiz midir?
Sahi, evimiz neresi bizim?
Evimizin neresi olduğu sorusu ile biten yazının en önemli vurgusu galiba bu .. Evimiz genel olarak kişiye göre değişen yerler, kimine göre evimiz sadece bulunduğumuz yer ve geçici kimine göre ise yıllardır yaşadığı ve kendinin parçası olduğu yer. Babaanne ikinci grupta olduğu anlaşılıyor.
Yazıyı okuyunca babaanne evi öyle olur, ne var bunda diyesim geldi. Babaannem benim bildiğim, 96 yaşında vefatına kadar dört ev değiştirmesine karşın, hepsi aynıydı. Bir “babaanne evi modeli” var sanki. Sokakta oyun oynayan çocuklara, balkonundan bağırılan, kızılan, bahçesindeki meyve ağaçlarından meyve koparılmasına asla izin verilmeyen, hiç misafir gelmeyen, eşyalarla dolu, eski kokan, havasız, insansız… Hiç ait hissetmediğim ev, hatta babamın bile kendini sığdıramadığı ev.