2000+

Keresteci Dükkânı

İstanbul’da Kasımpaşa’da Dolapdere mevki. Bir dükkân. De ki yıllarca gittin, geldin şimdi hatırlar mısın, tek kat mı, iki kat mı? İnan bilemem.

Dolapdere mevki, Yenişehir mahallesi. Bir küçük keresteci dükkânı. İçinde dükkândan da küçük yazıhane. Oncacık yere kim sığmış da bir şeyler yazmış diyeceğin kadar küçük yazıhane. Üç metreye bir metre ya da iki buçuk metreye iki metre… İnan olsun, küçük. Belki bunlar kadar bile yok. Şirinler yaşarmış gibi. Keresteci o dükkânda ve dahi o yazıhanede 25 yıl yaşadı, çalıştı. Haftanın altı günü bilfiil açıldı kepenkler. Her sabah dükkân içi dışı süpürüldü, silindi.

Yıl olmuş 2015. Ne de nostaljik durum bunlar ha! Esnafı kim anlar? Sen git, para yatır, mekân aç. Mal koy, mal diz, sonra kısmet gelsin, sen satış yap. Hani öyle kaderci ol ki, sen inan, rızk gelsin. Ama esnaflık budur. Esnaflık başka bir inançtır. Öyle bir inanç ki, kibrit kutusu kadar dükkânda, koca koca keresteleri, suntaları, mdfleri [i]Çeşitli kimyasal maddeler ve işlemlerin yardımıyla levha hâline getirilmiş ahşap ürünü hiç bıkmadan usanmadan 25 yıl taşı babam taşı. Yerin mi yetmedi, yeni mal mı geldi? Tetris oynar gibi oynat babam oynat. Ama, inan. Şirin baba kulübesinden küçük yazıhanede al gülüm, ver gülüm. Çekleri al gülüm, toptancıya para ver gülüm. Bir hanım, üç çocuk okut gülüm. Okut da büyüt gülüm.

Ahşap kaplı yazıhanede bir masa. Dört, beş midilli sandalye. Ahşap duvarda bir megafon. İnternet yokken olabilecek en romantik iletişim aracı. Bas; çay iste, oralet iste. Misafirin ağır topsa kahve iste, siparişin gelsin plastik marka ile öde.

Masa, akranları tüm esnaflarınki gibi vizyonlu, global tüccarmışcasına dünya paraları ile dolu. Ahşabın üstüne cam kesilmiş ki, arasına yerleşen cümle değer, gelen ziyaretçiye ev sahibinin vizyonunu göz kırpsın. Masanın sağında üç raflı bir dolap, ticaretin kara defterleri ile bir faks makinesi orada. Masanın arkasında bir duvar takvimi. Öyle isteksiz ki ilerlemesi için kırmızı tarih çerçevesini bizatihi ittirmen gerek. Masanın arkasında bir resim. Fırtınalı denizde ilerlemeye çalışan, çok zorlanan bir gemi. Takvimle gemi bir araya gelince, kimsenin ev sahibine veresiye sormaması lazım, ama yine de borcun harcın bin türlüsü. Her ticarethanenin karınca duası olmaz belki, kimi özgeçmişini bir fırtına resmi ile iletir ilgili makamlara.

25 yılın sonunda hasta düşen tüccar. Aksayan dükkân düzeni. Her gün gidememek de arada bir gitmek. Dükkânı oğlana, tanıdıklara emanet etmek. Tüccarın yine bir gün, kemoterapi tedavileri arasında evdeyken dükkâna gitmesi icap ediyor. Aman hastalanmasın telaşıyla hanım, kızı yanına gardiyan vermiş. Tüccar zaten hastalanalı beri aile eşrafına “gestapo” der olmuş. Bu minvalde dükkâna varılmış. İşler bir kısım derlenecek.

Gestapo kız ile babası, Şirinler yazıhanesinde otururken içeri cübbeli, sarıklı, sakallı gençten bir kişi giriyor. Tüccar baba ziyaretçiye ayağa kalkıyor, kız da babası ile aynı hareketi yapıyor. Ziyaretçi selamını babaya verip kızın tarafına bakmayıp babanın masasının önüne oturuyor. Sonrası gestapo kız için bir film sahnesi gibi. Kız ölmüş de görünmüyormuş meğer. Nasıl diyim yani, 80’li 90’lı yıllar Zeki Demirkubuz filmleri, Yılmaz Güney filmleri ya da isimlerini çok bilmesek de kamerasını kahramanların kafa hizasından yuvarlak bir şaryo hareketi ile geçiren İranlı bir yönetmenin filmi gibi.

Kız o gün, o sohbeti izledi, izledi. Zaten sarıklı onun orada olmadığını varsaydığı için rahatlıkla gözünü onlara dayadı da izledi. Babasına şaşırdı da izledi. Kimi ağzı, kimi gözleri koca koca açıldı da izledi.

Sarıklı genç Mesut (belki Murat), esnaf abisine durumu anlattı. Bu hastalık “Cin işi.” dedi. “Bunu cin yapıyor.” dedi. “Vücuda cin giriyor.” dedi. “Bunu çıkarmak lazım.” dedi. İnancı öyle kuvvetli idi ki, adını, doğum tarihini, ana baba adını sayar gibi net, tek nefeste bunları tekrar tekrar söyledi. Tıp bilimi dinlese, bir hastalığın tam teşhisine tanık olurdu o an, öyle net dilledi. Rahattı çünkü bunun çaresi belli idi. Nefesi çok kuvvetli bir hoca vardı. Kimleri iyi yapmamıştı. Mesut’la esnaf abi o hocaya hemen gidecekti. Mesut hocayı hemen ayarlıyordu. Esnaf abi hemen iyi olacaktı Allah’ın izniyle. Mesut öyle inançlı, ondan rahat, çayını içti. Plan belli olduğuna göre Mesut öyle kararlı kalkabilirdi. Öyle de yaptı. Konu kapanmıştı. Bu durumu hallettiğine göre gönül rahatlığı ile çıkıp bir sonraki konuya yoğunlaşabilirdi.

Görünmez gestapo, Mesut’un gitmesini bekledi. Babasına hayret ediyordu. Bir an önce sorması lazımdı. Babası niye itiraz etmemişti, niye hastalığım şu şu; cin değil dememişti? Niye “Tamam, sen hocayı ayarla, hemen gidelim…” demişti? Gidecek miydi?

Mesut gibi baba da rahattı. Çekin vadesini attırmış gibi rahatlardı. Baba demişti ki, “Ne yapayım kızım? Onun da inancı o. Niye kırayım ki? Yaparım diyeyim, o da sevinsin.”

Mesut’un gidişinden en fazla bir yıl sonra yazıhane toplandı. Hesaplar kapatıldı. Kitaplar, resim bir koliye kondu, evin yolunu tuttu. Mesut’la esnaf çekin vadesini attıramamışlardı.


Görüntü: Willem van de Velde, genç olanı

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

References
i Çeşitli kimyasal maddeler ve işlemlerin yardımıyla levha hâline getirilmiş ahşap ürünü

Keresteci Dükkânı&rdquo için 4 yorum

  1. Aygül

    Cok sevdim. Hep yazın siz. Okuyalım.

  2. Keyifle okudum… Kelimeler birbirini kovaladi adeta, bir baktim bitivermis. Kaleminize saglik

  3. Zel Aga

    Su gibi aktı okurken, yeni yazılarınızı bekliyoruz

  4. ismail

    Uzun zamandir okudugum en guzel yazi, o yazihanenin kokusu burnuma doldu mutlu oldum..

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: