Gasilhanenin önündeyiz. Babaannemin beklediğim ölüm haberi ile ne yapacağını bilememenin üzerine, bir de cenazeye yetişmek için gece bulduğum ilk otobüsle yaptığım, bir gözü açık bir gözü kapalı yolculuğun yorgunluğu eklenmiş. Malum cenaze bürokratik de bir merasim. Akşam ölenin ertesi gün öğle namazını müteakip yerine yerleştirilmesi için herkesin bir yere koşturması gerekiyor. 2016 yazının gündönümü. Manisa, ömrünü toprağa adamış babaannemi güneşinin ve cırcır böceklerinin var gücüyle toprağa uğurluyor.
Salası ben gelmeden okunmuş. “Ne dediler?” diye soruyorum anneme. Nasıl tanıttılar merhumeyi? Falancanın eşi, filancanın annesi? Yıllarca başkalarının salalarını dinleyerek büyümüşüm. Merhumun-merhumenin şeceresiyle beraber ismi verilirken evde çıt çıkmadan bekler ya da cama çıkardık. Birbirimize tanıyor musun, bakışları, ipuçlarından yola çıkarak sonuca ulaşma gayretleri.
Babaannemin salasını düşününce bile yabancılıyorum. İki halam, annem, ben, hâlâ gasilhanenin önünde sıramızın gelmesini bekliyoruz. Bu arada muhabbet de ediyoruz, ilgili ilgisiz, nelerden bahsediyoruz kim bilir. Babaannemin adını sesleniyorlar, Cevahir Eren. Cenaze sahipleri olarak öne çıkıyoruz. “Kim girecek içeriye?” diye soruyorlar. “Ben!” diye atılıyorum, hiç düşünmeden. Daha önce sevdiğim birinin ne ölüsüne bakmışlığım ne de yıkanmasına eşlik etmişliğim var. O ana kadar bunu tasarlamışlığım da yok. “Son bir göreyim.” diyorum. “Emin misin?” diye soruyorlar. “Korkmam…” diyorum, “Merak etmeyin, korkacak bir şey yok.” Aklımda son gördüğüm haliyle kalmasınmış. 32 yıllık babaanne-torun hukukumuzun son bakışın donduramayacağı kadar canlı hatıralarla dolu olduğunu biliyorum. Büyük halamla yıkamaya giriyoruz.
Yaşından bir türlü emin olunamayan, yaşıtlarını ihtiyar gören Cevahir, nam-ı diğer Cevo, son dokuz, on ayını yatalak geçirmişti. Bütün ömrünü çalışarak geçirdiğinden kimse yatalaklığı ona konduramamıştı. Ölmeden birkaç ay önce görmüştüm onu en son, dümdüz yatıyor, aklı gidip geliyor, tanımadığımız kadar eskilerle uğraşıyordu; ama su yeşili gözlerindeki ışık hiç sönmemişti. “Cin gibi bakıyor yine.” demiştim anneme. Şimdi karşımda ne göreceğimi bilmiyorum. Annem git gide küçüldüğünü söylemişti. Zaten kalıplı da sayılmazdı. “Allah bir kulak, bir de ayak vermiş.” der, boysuzluğundan yakınırdı.
Aynı odada başka bir kadının cenazesi daha var. O, babaannemin en az iki katı. Gözüm ona kayıyor ara sıra istemsiz. Aslında dümdüz bakmak istiyorum. Yakalanmaktan korkan kaçamak, tedirgin bakışlarla hem görmeye hem görmemeye çalışıyorum. Tanımadığın birinin çıplak ölüsüne bakmak tuhaf. Hayatına dair bir şey bilmediğinden nefes alan halini tasavvur etmek zor. Onun yanında da bekleyen iki kişi var. Baş sağlığı diliyoruz karşılıklı, ölüm nedenlerine dair iki kelam ediyoruz. “Hastaydı zaten.” diyorlar. “Bizimki de.“ Kadınlardan biri, “Genç bu, ne işi var burada?” diyor, beni göstererek. Gasilhaneye yakıştırılmazlığıma hafiften sinirlenmeye başlıyorum.
İki kadın babaannemi, iki kadın diğerini yıkıyor. Bizimkinin ağzı açık kalmış. “Çenesini de bağladık o kadar sıcağı sıcağına, ama açık kaldı.” diyor annem sonra. Karnı içine göçmüş. İyiden iyiye çekmiş. İçim kabarıp kabarıp ağzıma doğru yöneliyor, kendimi bıraksam içim, hangi hayvani seslerle kendini dışarı atacak bilmiyorum, ama geleni boğazımda durdurup gerisin geri yutmaya çabalıyorum. Olup biteni anlamaya çalışıyorum bir yandan da. Kadınlar el çabukluğuyla cenazeleri evirip çeviriyorlar. Her bir hareketlerine, yüzlerindeki ifadelere, mimiklere dikkat kesiliyorum. İlla olağanüstü bir iş yaptıklarına dair bir iz arıyorum. Ama iş yapıyorlar neticede. Bir ara ucundan kıyısından yıkamış olalım diye duş başlığını sırasıyla bize veriyorlar. Elime ilk defa duş başlığı alıyormuş gibi ne yapacağımı bilmez halde mekanik hareketlerle gösterdikleri yerlere su tutuyorum. Babaanneme hiç dokunmuyorum. Sonra pamuğu, pudrası, kefen bezine sarılışı. Çıkarken gözüm, yıkanmak üzere çekmecelerde bekletilen cenazelere takılıyor.
Mahallenin camisinde namazı kılındıktan sonra cenaze apartmanın önüne getiriliyor. Hepimiz aşağıya iniyoruz. Doğup büyüdüğüm aile apartmanı burası. Dört daireli apartmanda babaannem üst katta tek başına otururdu. Nereye gitse hep evine dönmek isterdi. Hiçbir yerde kalmak istemezdi. Yalnız, kendi evinde hasta yatarken gitmek istediği başka bir ev olduğunu anlamıştık. Telaşla yerinden doğrulmaya çalışır, “Hadi beni evime götürün.” derdi. “Evindesin ya anne.” derlerdi, ama ikna olmazdı. “İlla ki evime götürün.” Hangi evi kast ettiğini anlamaya çalışırdık. Makedonya’da yıllar önce dedeme verilmeden önceki evi mi, en küçüğü hariç, üç çocuğunu doğurduktan sonra bırakmak zorunda kaldığı evi mi, Manisa’ya ilk yerleştiğindeki evi mi, İzmir’de babasının yaşadığı ev mi? “Evim” dediği bir yere ulaşmaya çalıştı son günlerinde.
Mahallenin sevilen bir şahsiyeti olduğundan mahalleli de sokakta cenaze arabasının etrafında yerini almış. Dualar okunuyor, haklar helal ediliyor ve cenaze arabası uzaklaşıyor. Ardından mezarlığa doğru yola çıkılacak. Anneme “Ben de gideceğim.” deyince, “Kadınların mezarlıkta ne işi var?” diyor, doğrudan, hiç düşünmeden. Bende böyle bir bilgi mevcut değil, neyse ki. Ha mevcut olsa n’olurdu, bilmiyorum. Boş gözlerle bakıp arabalardan birine atlıyorum.
Cenaze arabası bizden önce gelmiş, mezarın başı kalabalık. Sadece erkeklerden oluşan grubu yarıp kendime yer açıyorum. Zaten kendilerine doğru bir kadının geldiğini görünce topluluk Kızıldeniz gibi ikiye yarılıyor. Mezara indirilişini, tahtaların dizilişini, üzerine toprak atılmasını izliyorum. ‘Bir kürek de ben atacağım.” diyorum, “Torunu.” diyorlar, küreği bana uzatıyorlar. Oradaki varlığıma ve her hareketime meşruiyet kazandırılması gerekiyor gibi bir durum var. Babamın, annesinin toprağını özenle düzeltmesini izliyorum. Anne babanın kendi anne babasını kaybedişini izlemek bir yandan, bana bütün bu hikâyede en zor gelenlerden. Güneş tam tepemizde. Beynim zonkluyor. Ben kalabalığın içinden geçip karşı tarafta boşa çıkıyor, servi ağacının altına çömeliyorum. Mahallenin neredeyse çocukluğumdan beri tanıdığım hocası, elime hoparlörü tutuşturuyor. Dua okuyacak. Mezarın başında elimde hoparlör, toprağa bakıyorum. Bir gülme geliyor. Hoca içli içli okumaya başlayınca da bir ağlama. Eve dönerken arabanın göstergesi 45 dereceyi gösteriyor. Yüzlerimiz pancar gibi.
Daha sonra birileri dayanamayıp babaannem gömülürken mezarı başında olduğum için mezhebimizin farklı olup olmadığını sormuş. “Ha, o, feminist.” demiş sorunun yöneltildiği akraba. Konu kapanmış.
Neyse ki atlayıp gitmişim, ta mezarının içine bakmışım. İnsan sevdiğinin nereye koyulduğunu merak edebiliyor. Ortaokuldayken senelerce felçli yattıktan sonra ölen anneannemin gömüldüğü gece dışarıda uğul uğul esen rüzgârı dinledikçe kendisini bir başına mezarda düşünüp çok içlendiğimi hatırlıyorum. En azından babaannemi nereye koyduklarını gördüm. Hem artık ortaokulda da değilim.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Ne güzel yazmışsın.İçinde hissettiklerini,sorumluluk duygusunu, sevgini,özlemini, boş insanların yorum yapma soru sorma zorunluluklarını.Aklı kalbi kendinden büyük Burcu’m seni çok seviyoruz