1990'lar 2000+

Işıkları Bir Bir Yanan Evler

Uçakla seyahat etmenin henüz bu kadar yaygın ve görece erişilebilir olmadığı zamanlarda, 1990’larda, İstanbul’dan köyümüze saatler süren otobüs yolculukları yapardık: Annem, ablam ve ben.

Ben ve ablama bir koltuk, anneme ayrı bir koltuk için bilet kesilirdi. Otobüsler hep gece seferinden olurdu ki yolculuk, uyumanın avantajıyla daha çekilir hale gelsin. Aksi halde bitmek bilmezdi o yollar. Bacakların, kolların birbirine dolandığı, annemin kucağına başımızı dayayıp uyumaya gayret ettiğimiz ve muhtemelen saatler boyunca ağrılar içinde oturmasına sebep olduğumuz bitmek bilmeyen o yollar… Otobüste boş bir koltuk varsa, o yolculuk bazen bir maceraya da dönüşebilirdi. Hele yan yana iki koltuk boşsa bu rahat rahat, ayakları da uzatarak uyuyabilmek, koltuğa sabit minik ekrandan keyifle film izleyebilmek, kapkaranlık yollara ürkek bir merakla pür dikkat bakabilmek demekti.

Zorluklarına rağmen ben her seferinde yolculuk etmeye heveslenir, cam kenarında oturunca ayrıca mutlu olurdum. Muavin ikrama başladığında telaşla onu ta ilk sıradan bizim olduğumuz yere gelene kadar takip eder, ne içeceğime o gelene kadar bir türlü karar veremezdim. Gecenin bir körü mola verildiğinde annem zorla “Kalkın, hareket edin biraz.” diye uyandırdığında biraz kızardım ve yazın ortasında bile dinlenme tesislerinin nasıl bu kadar soğuk olduğunu anlayamazdım, ama olsun. Uykulu uykulu annemi takip eder, gidip tuvaletimi yapar, sonra da etrafta dolanırdım.

Hediyelik eşya dükkânlarındaki tahtadan bebek beşiklerine hayran hayran bakar, içimde otobüsü kaçırma endişesiyle ne dediği asla anlaşılmayan anonsları mutlaka dinlerdim. Çok üşürsem mola süresi dolmadan otobüse döner, kocaman saplı fırçalarla camları yıkayanları seyrederdim. Gördüğüm her şeyi anlamaya ve kaydetmeye çalışır ve daha da çoğunu merak ederdim. En çok da şehirlerden geçerken gördüğüm evleri, yanan ışıklarını coşkuyla izler ve her seferinde o evlerde kimlerin yaşadığını, nasıl insanlar olduklarını düşünürdüm. Bazen perdesi açık bir pencereden öylece oturan birini ya da açık bir televizyonu görür, dünyanın ve insanların varlığına müthiş bir şaşkınlık duyardım.

Bir sürü insan var, bizden çok uzaklarda yaşıyorlar. Kim bunlar ve neler yaşıyorlar? Sanırım “Yeter artık gözlerin bozulacak.” denerek elinden kitabı alınacak kadar çok kitap okuyan bir çocuk olmamın sebebi de bu merak ve hayrettir. Küçücük bir çocuğun, kendinden öte kocaman bir dünyanın olduğunu ve bu dünyada insanların bazen benzer, bazen de bambaşka şeyler yaşadığını anlaması kolay hazmedilir bir şey değil. İhtimallerin büyüklüğüyle çocuğu neredeyse ezen çarpıcı bir duygu bu. En azından benim için böyle olmuştu.

Neden bilmiyorum, zamanla bu yolculuklar azaldı; biz biraz daha büyüyünce gerektiğinde annem tek başına düştü yollara. Ben hevesimi gideren, sorularıma hiç değilse cevap veren kitaplara daha da yakınlaştım. Yine de o otobüs yolculuklarında varlıklarıyla burun buruna geldiğim insanları merak etmeye hep devam ettim.

Çocukluğa dair bu şaşkınlığı ve merakı bir şekilde muhafaza etmiş olmalıyım ki koca bir kadın olup çalışmaya başladığımda girdiğim ilk iş, tam da çocuk halime verilebilecek en güzel hediye oldu. İşim, tam olarak ilk defa gördüğüm evlere gidip hiç tanımadığım insanlara kim olduklarını ve nasıl hayatlar yaşadıklarını sormaktı.

Koca halimle bile uzun süre bunun gerçek olduğuna inanamadım, serseme döndüm. işe başladığımda, ilk birkaç gün, çocuk halimi düşündüm durdum. O hallerimi olabildiğince hatırlamaya gayret ettim ki çocuk bana şimdiki deneyimlerimi sunabileyim. Çocukluğumun iştahlı bakışlarıyla baktım etrafıma. Sorabileceklerimin sınırının farkında olarak sordum, dinleyebildiğim kadar dinledim.

Hiç anlamadığım bir dilde konuşan, idrak edemeyeceğim kadar büyük zorluklara göğüs gerip savaştaki ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanların hikâyeleriydi dinlediklerim. Hikâyeler çoğaldıkça zamanla evlerden çıkarken göğsüm sıkışmaya başladı. Başlangıçta hevesle elime tutuşturulan adreslere bakarken, bir noktada ayaklarım geri geri gitti. Bir süre ne tüm benliğime üşüşen suçluluk duygusunu ne de zamanında hayalini kurduğum ziyaretlerin böylesi zor olma ihtimalini kabul etmek istedim. İnsanların yaşadıklarına şahit olmanın ağırlığı, çocukluğuma dair en büyük heyecanımı yitirmenin tarifi imkânsız kalp kırıklığına dönüştü. Zaten bildiklerimi yeniden öğrendim. Benim çocukça bir hevesle, kafamda illa ki mutlu ve huzurlu canlandırdığım o evlerde bunlar da oluyormuş.


Görüntü: Emek Aydın

Creative Commons Lisansı

Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.

Işıkları Bir Bir Yanan Evler&rdquo için 1 yorum

  1. Bir benim mi bu ışıklar dikkatimi çekmekte derdim. Kimse konuşmuyor, yazmıyor derdim. Çok ilginç geldi. Bazıları buz beyazı floresan, bazıları sarkan tek ampullü sarı ışık, bazısı taşlı avize. Floresan olanlar, genelde duvarları boş, yarı açık bir tül, tasarrufun mekana yansıdığı odalar olurdu. Avizeli salonlarda duvarlarda tek tük resimler. Tek ampuller ise bekar odalarını anımsatırdı bana. O yüzden çok ilginç geldi saptamanız.

Bir Cevap Yazın

Şenlik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et