94 yılında annem, amcamın düğününde giyeceğimiz giysiler için çok özenmişti. Bana kavun içi, ablama ise lila rengi diz hizasında kabarık etekli tuvaletler diktirdi. Bu giysileri annem çizmiş ve terziye özenle anlatmış.
Düğünlerde nişan giysisi ya da gelinliğe benzer kıyafetler giyen kız çocuklarına denk gelmişsinizdir. Beş yaşındayken, başımda metal tel üzerine kumaş çiçekler iliştirilmiş tacım kafama batarken ben düğündeki o çocuğum.
Taç kafamı gerçekten çok acıtıyor. Tacı çıkarıyorum annem hemen geri takıyor. Artık bu elbisenin üzerine, kafaya da bir şey takmanın zorunlu olduğunu düşünüyorum; çünkü annem sürekli giysinin bir tacı bile olduğunu, harika bir giysi olduğunu konu komşuya anlatıp duruyor. Anneme rahat ettiğim yeşil fiyonklu salaş bir bant takmayı öneriyorum ama kabul etmiyor. Özal ekonomisinde babam o sıralar iyi para kazanmaya başlamış. Sanırım annemin bize giydirdiği giysiler bizi düğünde zengin gösterecek. Öte yandan annem giysilerle gurur duyuyor. Heyecanını hissediyorum ve kafama batan taçla düğüne gidiyoruz.
95 yılında bahçede arkadaşlarımla buluşmak üzere ayağıma lacivert lastik ayakkabılarımı geçiriyorum. Annem bana yeni aldığı altın rengi ve parlayan spor ayakkabıları giymemi istiyor; çünkü birlikte dışarıya çıkacakmışız. Ayakkabının bağcıkları pembe renkli kurdeleden… Ben lacivert eski ayakkabılarımda ısrar ediyorum; çünkü dore ayakkabıyı fazla gösterişli buluyorum. Zaten arkadaşlarım beni bekliyor, alışverişe gitmek değil oyun oynamak istiyorum. En yakın arkadaşlarım bize her sabah ekmek ve gazete servisi yapan, akşam da apartmanın çöplerini toplayan görevlinin benimle yaşıt olan kızları. Aramızda sınıfsal bir fark olduğunu annem bana farklı vesilelerle sürekli hissettiriyor. O zamanlar sınıf kavramını bilmiyorum ama hissediyorum.
98 yılında babamla alışverişteyiz. Babamın işleri yolunda. Alışveriş merkezlerini, alışverişi, en çok da marka giysileri seviyor. O sıralar Benetton revaçta markalardan. Mağazada siyah ve lacivert giysiler beğeniyorum. Babam bize karşı nedense oldukça asabi. “Ben sizi rengârenk görmek istiyorum senin seçtiğin şeylere bak.” diyor, sesini yükseltiyor. Neredeyse fosforlu sayılabilecek yeşil bir pantolon alıyoruz.Oysa ben giysi miysi istemiyorum.
Ortaokulum özel bir okul. Burada hemen hemen herkes marka giyiyor. Timberland, Barbour, Buffalo, Burlington, Tommy Hilfiger, DKNY, George Hogg, Ralph Lauren gibi dünya markalarını 12 yaşında öğreniyorum ama ben bunlardan herhangi birini giymiyorum. 2001 ekonomik krizi bizi de vuruyor. Marka giymemek okulun “popülerleri” tarafından “eziklik” olarak yargılanıyor. “Çakma marka” giymek burada en kötüsü… Okulda öğrenciler arası bir dışlama mekanizması işliyor.
2004 yılında düz liseye devam ediyorum. Lise zengin bir muhitte ama genellikle öğrencileri bu zengin muhitin çeperinden, gelir düzeyi düşük mahallelerden çocuklar. Önceki okulumda kabul görmeyen tüm çakma markalar bu okulun öğrencilerinin üzerinde kendine yer buluyor. Kimse de pek yadırgamıyor gibi. Diğer okulda “durumu iyi olmayan” statüsündeyken bu okulda ablamdan kalan beyaz Benetton gömlekle nedense “durumu iyi olan” konumundayım.Giysiler statümüzü bu kadar belirlememeli diye düşünüyorum.
2007 yılında üniversitedeyim. Gönüllüsü olduğum sivil toplum kuruluşunun ve sponsorlarının logolarının bulunduğu tişörtle derslere giriyor, kampüste sosyal sorumluluk temalı reklam panosu gibi geziyorum. Aynı dönem erkek arkadaşım ve ailesi ile yaşıyorum ve bundan ailemin haberi yok. Sözde kaldığım yurt ve bu ev arasında mekik dokuyorum. Çoğu zaman yanımda yeterince giysi olmuyor. O yüzden erkek arkadaşımın bana bol gelen tişörtlerini giyip dışarı çıkıyorum. Dolabında fosforlu yeşil bir şey bulunmuyor.
2011 yılında üniversiteden mezun olmak üzereyim. Fakülte kapısında elimize bir bildiri tutuşturuluyor. Konusu milliyetçi Müslüman genç adamların fakültede mini etek giyen “bayanlardan” duydukları rahatsızlık hakkında. Öğrencisi olduğum sosyoloji bölümü, fen-edebiyat fakültesinin feminist biraz da anarşist yuvası olarak görülüyor. İsabet o ya o gün okula mini etekle gelmiş sınıf arkadaşım kahkahayı basıyor. Bildiriyi dağıtan genç adamın gözünün önünde kâğıdı çöpe atıyor ve biz “Sene olmuş 2011…” diyerekten yolumuza devam ediyoruz.
2013 benim için “spor-şık”ın zaferine ve mecburiyetine dönüşüyor. Çalıştığım iş yeri oldukça rahat bir yer. Özellikle yazın çoğu zaman kısa şort ve atlet ile işe gidiyor tüm gün bilgisayar karşısında oturuyorum. Bir kamu kuruluşu için iş yapacağız ve toplantıya bu sefer ben de gideceğim. Patronum toplantıdan bir gün önce ofiste yanıma gelip yarınki görüşmeye “böyle” gelmemem konusunda beni uyarma ihtiyacı hissetmiş. Ertesi gün beni aklı başında gösteren giysilerimi görünce rahatlıyor.
2020 yazında yogada giyilen göbeği açık atletleri günlük repertuvarıma ekliyorum. Burada kıstasım altıma giydiğim şort ya da pantolonun göbek deliğimi kapaması ama atletle pantolon arasından da tenimin bir miktar görünmesi. Benim için bedenimi bir miktar saklarken bir yandan onu sevmemin bir aracına dönüşüyor. O sıralar bol tişörtler giymek içimden gelmiyor.
Bugüne geldiğimizde düşünce treni yavaşlıyor. Giysilerime uzun süredir yeni bir şey katılmıyor. Atmadıklarım, giymediklerim ve sakladıklarımla gardrobum tüm bunların bir karmasına benziyor.
Seda Yılmaz’ın Şenlik Konuşmaları kapsamında gerçekleştirdiği “Giysiler Ne Anlatır?” kitabından yola çıkarak yaptığı konuşmayı ve katılımcıların anılarını ilgiyle dinlerken bu zamana kadar sahip olduğum, olmadığım tüm giysiler birer birer kronolojik sıraya girerek vagonlara atlıyor ve giysilerimin kişisel tarihi treni zihnimden yola çıkıyor.
Şenlik Konuşmaları anıları ortaya çıkarmakta pek yetkin. Yoksa Seda Yılmaz’ın konuşmasında bahsettiği üzere giysilerin aile tarihi, toplumsal beklentiler ekonomi-politik ve bireyselleşme için girdiğimiz pazarlıklarımız hakkında ne çok şey söylediğinden haberdar olmayacaktım.
Kronolojik olarak bakınca bizi biz yapan tercihlerimiz giysiler özelinde bir bir ortaya çıkıp, bazen de kaybolup, birbirinin üzerine eklemleniyor. Kişisel tarihimize giysiler üzerinden bakmak kendimizi anlamamıza ve bazı meselelerimizi aydınlatmamıza imkân sağlayabilir.
**Katkıları için Şenlik Editörleri Kiraz ve Seda’ya teşekkürler.
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Çok özendim, ben de yapacağım.
80’lerde ablamlardan küçülenler ve moda olanın tam terisini yapma sevdası,
90’larda “grunge” tabir edilen akımın kıyafetleri (elbise altına bot bir daha da hiçbir zaman o kadar rahat olmadım hiç bir kıyafet içinde),
2000’lerde iş hayatı kıyafetleri, bol bol gömlek, etek (kot pantolonu protestom bu döneme denk geliyor), elbiseler kayboluyor, resmiyet başlıyor,
2010’larda akademiye dönüşle beraber lise kıyafetlerine dönüş, evde ne bulursam giyip sürekli depresyon kaynağı okula gidiş ve kıyafetlerle ilişkimin hepten bozulması.
2020’lerde pandemi kıyafetleri, ilelebet pijama.
Hiç bir orijinallik yokmuş kıyafet tarihimde!