Çocukluğumuzda her fırsatta köye giderdik, Silivri ve Çatalca’nın köylerinde yaşayan bir çok akrabamız vardı. Sene 1970’ler, 1980’ler.
Çatalca’ya Aksaray’dan kalkan otobüsler vardı. Elimizde valizler, çantalar, torbalar, önce minibüs ile Aksaray’a giderdik. Otobüs durakları şimdiki Aksaray metro durağının karşı tarafındaydı; eski Magirus, Mercedes marka, genelde mavi renkli, ışık geçiren perdeleri, küçük koltukları, dar koridorları olan otobüsler.
O zamanlar otobüslerde sigara içilebildiği için koltuk arkalarında açılır kapanır kül tablaları vardı. Bunlar yolculuk sonunda o kadar dolardı ki artık kapanmazlardı. Otobüslere ayakta yolcu alınır ve iki saatten fazla süren yolculuğu ayakta yapanlar olurdu; oturuyorsanız tepenizde birileri var mutlaka, ayakta iseniz siz birilerinin tepesindesiniz. Biz çocuk olduğumuz için bizden yaşlı biri ayakta kalırsa oturduğumuz yerden kalkıp yer vermek zorundaydık, aksi büyük ayıp ve yaşa saygısızlık idi.
Otobüs seferleri sık aralıklarla değildi ve otobüs dolunca kalkardı, dolayısıyla dolana kadar beklerdik. Çatalca’ya iki, iki buçuk saat sürerdi yol. Orada inip köy minibüsünün kalkacağı yere kadar yürür ve minibüsün gelmesini beklerdik. Durak falan yok. Her bekleyişte elimizdeki valizlere ve içinde kırılacak bir şey olmayan çantaların üzerine otururduk. Minibüste illa köyden tanıdık birine denk gelirdik. Ben köydeki insanların bir kısmını bu minibüs seyahatlerinde tanımışımdır. Anneme sorarlardı hemen, “Senin kızlar mı?” Sonra sohbet başlardı.
Aynı seyahati alternatif yol olarak Sirkeci garından kalkan ve Edirne’ye kadar giden tren ile de yapardık. Biz ara durakta köyümüzdeki tren istasyonunda inerdik. En sevdiğim yolculuklar bunlardı. Vagonlarda kompartmanlara ayrılmış, cam kapıları olan bölmeler olurdu. Bunlar dörder kişinin karşılıklı oturduğu sekiz kişilik kompartmanlardı. Tren koltukları deri ve yeşil renkte idi. Cam kenarında, yukarı çekip kendinize döndürdüğünüzde küçük masa olan aparatlar vardı. Camı indirir, başınızı biraz dışarı çıkarırsanız rüzgâr saçlarınızı karıştırırdı ve bu yüzden gözlerinizi kısmak zorunda kalırdınız.
Kompartmandan çıkıp yürüyebileceğiniz koridorlar vardı trende. Bazen çok kalabalık olurdu, o zaman hareket edemezdik gerçi ama tren daha konforlu gelirdi bana. Bir buçuk saat kadar sürerdi bizim ineceğimiz istasyona gelişimiz.
İstasyondan köye, bizi götürmesi için geçen tanıdık araçlara bakardık. Çoğunlukla traktör arkası römorklara binerdik. Sonuçta sabah kahvaltıdan sonra başlayan yolculuk, akşamüstüne doğru yorgun, bitkin bir şekilde köye ulaşınca biterdi.
Annemde üç kız, teyzemde üç kız, amcamın eşi yengemde biri kız biri oğlan iki çocuk, genellikle hep beraber seyahat ederdik. Bu yolculuklar anneler için hiç de kolay olmazdı. Çocukların güvenliğini sağlamak, uzun yolda karınları acıkacak olanlar için evden hazırlıklı çıkmak, sıkılınca eğlenmeleri için çözümler bulmak ya da “Geç otur şuraya…” diye azarlamak…
Babam ve amcam varsa bu seyahatlerimiz konforlu olurdu, çünkü araba ile giderdik. Evin önünden eşyaları koy arabaya ve çık yola, köye gelince evin kapısında in, bu kadar.
Şehir içinde de teyzeme mi gidilecek, başka akrabaya ziyarete mi gidilecek? Taksi ile gidilirdi. Silivri gibi uzak mesafeye gidilecekse de, özel araba ile giderdik.
Kısaca babalar, anneler gibi cefalı yolculuklar yapmazdı; onca eşya ve o kadar aktarma ile o yol gidilir miydi hiç?
Para kazanan onlar olduğu için mi kendilerine o ayrıcalığı veriyorlardı bilemem. Ama kadınlardan tasarruf etmesi, tutumlu olması, yoktan var etmesi beklenirdi genellikle. Öyle ya, yuvayı dişi kuş yapar!
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Ne güzel bir üslup, ne kadar ayrıntılı gözlemler. İyi ki o kızlardan biri büyüyüp “Senin Kızlar Mı?” diye yolculuk anılarını yazmış.